AKP’nin nükleer enerjiye girmesi doğru bir karardı. Yanlış olan bu girişi gerçekleştirmek için kullanılan yöntemin olağanüstü alaturka olmasıydı.
AKP’nin nükleer enerjiyi Türkiye’ye getirme kararı dünyanın Çernobil felaketinden ayılıp nükleer enerjiyi yeniden gündemine alması ve üçüncü nesil reaktörlerin geliştirilmesinden sonra oldu.
Türkiye en ucuz finansmanla en iyi teknolojiyi satın alabilirdi. Ama AKP’nin ne siyasi ne de bürokratik kadrolarında bunu gerçekleştirecek modeli kuracak birikim vardı.
Nükleer endüstrinin gerektirdiği yasal düzenlemeler yapılmadı. Atık gibi önemli konuları karara bağlamadı. Ve, en önemlisi, ortaya özel şirketlerin ilgilenebileceği, bankaların finanse edebileceği bir model konmadı.
AKP’nin yapması gereken nükleerde uzman uluslararası bir danışmanlık şirketi tutup onun rehberliğinde altyapıyı hazırlamak ve ihaleye bundan sonra çıkmaktı. Ama o zamanlar Enerji Bakanlığı’nın patronu olan Hilmi Güler her şeyi herkesten iyi biliyordu. Bölük pörçük, eksik aksak yasalar ile kararnameler ve ayaküstü kararlarla bir ihale açtı.
Ruslara ihalesiz verildi
Japonya’da meydana gelen reaktör patlamaları daha sona ermeden birçok ülke nükleer enerji konusundaki tutumunu yeniden değerlendirmeye aldı.
Hükümetler Japonya’daki gelen kazanın ışığı altında nükleer enerji ile ilgili riskleri yeniden gözden geçirmek istiyor.
Avrupa’daki en güçlü nükleer karşıtı akıma sahip olan Almanya’da Şansölye Angela Merkel ülkenin yaşlı nükleer santrallarının 2035’e kadar açık tutulmasına karar vermişti. Geçen gün bu kararını üç ay askıya aldığını açıkladı. Faaliyette bulunan 17 nükleer santraldan yedisini güvenlik taraması için kapattı.
İngiltere şimdilik dur diyecek
İngiltere’de on bir yeni nükleer santral yapımı için oldukça ilerlemiş planlar var. Hükümet bunlara “şimdilik dur” diyerek ve Baş Nükleer Denetimci’ye Japonya’daki felaketten öğrenilmesi gerekenler konusunda bir rapor ısmarladı.
ABD dahil birçok ülkede benzeri şeyler olmakta.
Deprem kuşağında bulunan ülkelerde tam güvenlikli nükleer santral kurmak imkânsızdır. Çünkü depremin ve arkasında taşıdığı ek felaketlerin büyüklüğünü tahmin etmek ve bunlara dayanacak güçte santral yapmak mümkün değildir.
Japonya’nın yaşamakta olduğu nükleer felaketin nükleer enerji ile tanışmaya hazırlanan Türkiye’ye ve dünyaya verdiği en önemli mesaj budur.
Türkiye de, Japonya gibi durmadan sarsılan bir deprem ülkesidir ve nükleer santral kurulmayı planladığı yerler Mersin ve Sinop 8,9 veya daha şiddetli deprem yaşayabilir.
Aslında bu kadar şiddetli bir depreme de gerek yok. Dünyanın en büyük reaktörü olan Japon Kaşivazaki Kariva, 2007’de, 6,6 şiddetinde bir depremden sonra nükleer madde sızdırdı ve 21 ay kapatıldı.
İhmalle de reaktör kazası oldu
Japonya’da, bunun dışında ihmal ve hata sonucunda meydana gelen başka nükleer reaktör kazaları daha var. Böyle bir ihmal sonucu bir santral 19 yıl kapalı kaldı.
Victor Ananias’ın zamansız ölümüne şaşırmadım. Bazı insanlar bu dünyaya ait değildir. Ziyaretçidirler. O da bu insanlardan biri idi.
Ses tonu hep yumuşaktı. Sakallı yüzünde her zaman bir tebessüm vardı. Gözlerinin içi hep gülerdi. Derinden gelen, sahici, kapsayan bir gülüştü bu, çok az insanın sahip olduğu...
Dürüst kişi her zaman çocuktur, demişti Sokrat, 2500 yıl öncesinden Victor’u tarif ederek.
Eminim başının üzerinde bir hale, bir nur dairesi vardı ama biz göremiyorduk, muhtemelen onun kadar saf olmadığımız için.
Onunla Bodrum’da tatildeyken tanıştım. On üç on dört yıl önce olmalıydı. Çevreci bir kadınla birlikte küçük bir vejetaryen lokanta çalıştırıyordu ve ortağına tamamen doğal malzemelerle bir ev yapıyordu veya yapımına göz kulak oluyordu. Bütün yemeklerimizi orada yemeğe başladık.
Eşimi Sara ve Selim’le beraber inşaatı gezmeye götürdüler. Bir ara başıboş kalan kızım yüzüstü kireç çukuruna düştü ve gözleri kapandı. O gece İstanbul’a döndük. Birkaç gün sonra Sara... İki veya üç yaşında olmalıydı... Küçük bir ameliyat geçirdi. Görmeye başladı ve dünya normale döndü.
Kuzguncuk’ta otururken, o da ben de evli, çocuklarımız küçükken, ara sıra önceden haber vermeden
Milli Savunma Bakanlığı Türkiye-Suriye sınırında yaptıracağı mayın temizliği ile ilgilenen firmaların başvuru süresini 18 Mart’a kadar, yani bir hafta uzattı.
Ve işin seyri ile ilgili bazı yeni ipuçları verdi.
Bir defa, bazı ülkelerin firmaları ihaleye sokulmayacak.
Bakanlık açıklamasında “İdarece tespit edilerek ihaleye davet edilecek istekliler” ibaresini kullanarak ihaleye sadece bakanlığın davet edeceği şirketlerin katılacağı işaretini verdi.
Konu ile yakından ilgilenen kaynaklardan aldığım bilgiye göre,
amaç İsrail ve muhtemelen Fransa gibi hükümetin pek hoşlanmadığı ülke firmalarının pastaya uzanmalarını önlemek.
Açıklamaya göre, “ön yeterlilik” ilanı yapılmayacak. Firmalardan talep edilen tanıtım dosyaları içindeki bilgiler “Milli Savunma Bakanlığı’nca belirlenen kriterlere göre değerlendiril(c)ek.” Ve mayınsızlaştırma “tespit edilecek istekliler katılımıyla” ve “Belli İstekliler Arasında İhale Usulü ile” yapılacaktır.
Kâinatın yüzde seksenini karanlık madde diye bir şey meydana getiriyor.
Karanlık maddeyi görmek veya elle tutmak mümkün değildir. Astronomi ve kozmoloji ile uğraşanlar onun var olduğunu görülen maddeler, yani yıldızlar ve galaksiler, üzerindeki çekim etkisinden anlıyorlar.
Bu karanlık madde denilen şey aynen bizdeki basın özgülüğüne benziyor. Basın özgürlüğü var diyorlar bunu en son Başbakan söyledi geçen gün. Özgürlüklerin büyük bir bölümünü meydana getiriyor, çok önemlidir, falan diyorlar.
Ama onu göremiyoruz. Ben dinozorların zamanından beri bu meslekteyim ama hiç rastlamadım.
Gerçek biraz daha karmaşık
Aslında gerçek biraz daha karmaşık... Basın özgürlüğü hiç yoktu ama değişik olmama dereceleri vardı. Karanlığın karanlığı gibi bir şey yani.
Türkiye’de iktidara gelen hükümetler yürütmenin onlara verdiği güçle yetinmezler.
Yargıyı ve yasamayı, yani milletvekilleri ile yargıç ve savcıları da kontrol altında tutmak, onların gücünü de kullanmak isterler. Polisi kendi özel güçleri haline getirirler. Bürokrasiyi kendi adamları ile doldururlar. Medyayı parayla ve sopayla güdümlerine almaya çalışırlar. İşlerini kolaylaştırmak için de her tarafa çekilebilir dandik yasalar geçirirler.
Başka birçok neden daha var. Ama en çok bu nedenle devlet kurumları olgunlaşmaz. Memurlar, yargıçlar, savcılar, askerler “Halk hizmetkârı” olduklarını ve tek doktrinlerinin kamu yararı olduğunu anlayacak kıvama gelmez.
Hükümeti ele geçirenler, Osmanlı padişahları gibi, iktidarın bir bütün olduğuna inanırlar, her ne kadar bunu açık açık söyleyemezlerse de.
İktidar tahterevallisiDemokrasinin gerçekten inandıkları tek kurumu seçimdir. Kuvvetler ayrılığı veya basın ve düşünce özgürlüğü ve bunun gibi diğer temel demokrasi prensipleri, onların gözünde çocukların oyunda kullandığı mumlu kil gibi elastiktir. İstediğin şekle sokabilirsin.
İktidar tahterevallidir ama ona sahip olanlar nedense, iktidarı ‘aşağı’ düğmesi olmayan bir asansör
Ozanköy
Sabahleyin beni ayrı yöne çeken arzularla uyanıyorum: Bugün dünyayı mı kurtarayım yoksa dünyanın tadını mı çıkarayım. Bu günü planlamayı zorlaştırıyor.
Bugün Amerikalı yazar E. B. White’ın (1899-1985) bu komik ikilemi ile kalktım. Saat yediye geliyordu. Bunu saate değil, odanın bahçeye bakan penceresinden içeri vuran ışığa bakarak anladım. Işık halının üzerinde ise yedi gibidir. Karşımdaki duvara vuruyorsa dokuz.
Pencereyi açar açmaz ahşap koltuktaki yastığın üzerine yatmakta olan tek gözlü bahçe kedisi Limon başını kaldırıp miyavlamaya başladı. Günaydın. Karnım aç. Aşağıya inip mama tabağımı dolduruncaya kadar susmayacağım.
Serçeler, baştankaralar ağaçlara astığım yemliklerde. Yerde, Birbirinden ayrılmayan iki kumru yemliklerden düşen tohumları yiyor. Bahçenin hududundaki servilerden, bülbül soyundan gelen kızıl gerdanların keskin ötüşleri geliyor.
Badem çiçeklerinin, yeri kaplayan sayısız yeşillik ve çiçeğin kokusunu alıyorum.
Güneşli, bulutsuz, ılık. Hava da iki ayrı yöne çekiliyor: Kışın “Daha gitmedim”, ilkbaharın “Daha gelmedim” dediği bir gün.