Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde arılar kitle halinde kayboluyor. Bir sabah içi bal dolu kovanlardan çıkıyorlar ve bir daha geri dönmüyorlar. Arkalarında neden geri dönmemiş olabileceklerine dair hiçbir ipucu bırakmıyorlar. Ne ölüleri bulunuyor ne de başka bir yere göç ettiklerine dair emare...
Bu endişe verici bir gelişmedir çünkü arılar doğadaki en önemli görevlerden birini yapıyorlar. Bu görev döllendirmedir.
Bir kovanın arıları günde yüz bin çiçek döllendirir. Çiçekten çiçeğe dolaşırken erkek polenlerle dişi polenleri buluşturur. Bu buluşmadan tohum, meyve meydana gelir.
Nasıl erkek olmadan kadın hamile kalamazsa, arı olmadan da birçok bitki çoğalamaz. Meyve, sebze, yenilebilir otlar, çiçekler ve fındık ceviz gibi sert kabuklu yemişlerin yüzde sekseni arılar tarafından döllenir.
“Yediğimiz üç sokumdan birini arılara borçluyuz” diyor bir uzman.
Albert Einstein’in birçok konuda olduğu gibi bu konuda da klasikleşmiş bir lafı var: “Eğer arı yeryüzünden kaybolursa en fazla dört yıl sonra insan da kaybolur. Arı yoksa döllenme yoktur, döllenme yoksa insan yoktur.”
Arıların neden kaybolduğunu öğrenmek için Amerika Birleşik Devletleri’ne gideceğiz. Arılar 2007’de
Fukuşima santralında meydana gelen kazadan alınacak dersleri görüşmek üzere önümüzdeki haziran ayında Viyana’da uluslararası bir toplantı düzenlenecek. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından çağrılan konferansta kazadan alınan dersler ve nükleer enerjiyi daha güvenli hale getirmek için alınması gereken önlemler tartışılacak.
Avrupa Birliği’nde de aynı yönde çalışmalar var.
Bunlardan somut bir şey çıkacağı konusunda ümitli değilim. Nükleer yalan ve gizliliğin egemen olduğu bir endüstridir. Bunun değişmesi için şeffaflık ve bağımsız denetim gerekir. Bunlar ise ne endüstrinin ne de hükümetlerin pek işine gelmez.
AB komisyonu Fukuşima’dan sonra birlik ülkelerindeki nükleer santraller için yeni düzenlemeler getirmek ve bu tesisleri kendi uzmanlarına denetletmek istedi. Üye devletler karşı çıktı. Sen öneride bulun biz gerekli denetimi yaparız, dediler. Nedeni söylemeseler de, açık: Bir sakatlık çıkarsa önlem alıp almamak, açıklama yapıp yapmamak konusunda serbest olmak istiyorlar.
Sinop konsorsiyumunda
Fukuşima’daki kazanın ortaya çıkardığı en önemli gerçek nükleer santralı çalıştıran TEPCO adlı şirketin santrallarındaki gerekli denetim ve tamiratları
Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz tutuklu gazeteci Ahmet Şık’ın basılmamış “İmamın Ordusu” adlı kitabına el koydurarak ne kazandı, bilmiyorum.
Ama elde ettiği kâr Türkiye’yi basılmamış kitaplara el konulan bir ülke haline getirerek verdiği zarar kadar olamaz.
Şık, Ergenekon davası ile ilişkili olarak gözaltına alındı. Hakkındaki suçlamanın ayrıntıları açıklanmadı. Savcının Şık’a isnat etiği suçu kanıtlamak için elinden geleni yapması doğaldır. Ama yayınevi basmak, kitap taslağı silmek gibi korkunç şeyler bu gayretin bir parçası olmamalıydı.
Türkiye bir taslaktır
Savcının isteği üzerine bu işlerin yapılmasını emreden mahkeme kitap taslağını “örgütsel doküman” olarak niteledi. Herhalde bundan anlaşılması istenen şudur: Bu bir kitap değil, suç aletidir. Dolayısıyla el konulabilir, tahrip edilebilir.
Ama bu yorum ikna edici değil.
Dün ilk kırlangıcı gördüm, dün gece ilk yarasayı. Bugün sabahleyin pencereyi açtığımda önümden ilk kelebek geçti.
Rüzgâr serin ve koku yüklü.
Sevgilisinin etrafında pervane olan âşık gibi bahçeyi arşınlayıp duruyorum.
Bu çiçek acaba sarı olduğunun farkında mı?
Bu badem, yapraklarının sahip olduğu yeşilin dünyanın en güzel yeşili olduğunu biliyor mu?
Kır çiçekleri, yabani yulaf ve arpa bazı yerlerde omzuma geliyor. Erguvan çiçek açtı. Nar, incir ve dut dallarında yeni ufak yapraklar var, anne kucağında bebekler gibi. Hepsini gözlerimle yiyorum.
Karşılıksız tek sevgi galiba doğadan aldığımızdır.
Son günlerde yeni bir mantra terennüm edilmeye başlandı. Terennümcüler hükümet kanadı ve onu destekleyen yorumcular.
Bunlardan biri olan Hasan Cemal tarafından geçenlerde yazıldığı şekli ile mantra şu: Ergenekon, Balyoz davaları “unutulsun, içi boşaltılsın” isteyenler var. “Kamuoyunun gözünde bu iki davanın inandırıcılığı sona ersin diye sistemli çaba var. Bunun için psikolojik savaşın, dezenformasyon faaliyetinin her türlüsü deneniyor, yürütülüyor.”
Kim bu hainler? Bu psikolojik savaş hangi meydanda veriliyor? Bu soruların cevabı yok.
Olaya biraz daha objektif ve genellemelere kaçmadan bakacak olursak karşımıza şu gerçekler çıkar:
AKP’nin askeri politika dışına çıkartmak için yaptığı yasaları askerler dahil olmak üzere halkın büyük çoğunluğu destekledi. Bu değişikliğin en önemli örneği On İki Eylül’den sonra generallerin sivil hükümeti denetlemek için kurduğu en etkin mekanizma olan Milli Güvenlik Kurulu’nun sivilleştirilmesi ve etkisiz hale getirilmesidir.
Ufak ve önemsiz bir azınlık dışında, askerlerin politika dışına çıkartılmasına, askerler dahil, karşı çıkan yoktur. Artık askerin gündeminde darbe yoktur.
Ergenekon ve Balyoz davalarında yedi sekiz yıl önce yapıldığı
Libya konusunda tartışmalar sığlık, ikiyüzlülük ve berelenmiş egolara yenik düşmeye başladı. Bombardıman başladıktan hemen sonra bombardıman yapanların bombardımanı da başladı. Savaş uçaklarının Libya’yı hangi yetkiyle, neden bombaladığı çok çabuk unutuldu. Pis işi yapmayı başkaları üstlenince birçok ülke tavır değiştirip melek kıyafetine bürünmeye koyuldu.
Bunların başında Rusya ve Çin geliyor. Oysa her ikisi de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde vetolarını kullanıp Libya’ya askeri müdahaleyi önleyebilirlerdi. Uluslararası toplumu Libya’daki katliamı önlemeye çağıran Arap Birliği ve Körfez İşbirliği Konseyi de çark etmeye çalışanlar arasında.
Sanırsınız ki ABD’nin başını çektiği koalisyon Libya’nın petrol kaynaklarına göz dikmiş, bu ülkeyi Irak gibi işgal edip yıllarca orada oturma peşinde.
Mutsuzlar arasında Erdoğan da var.
Başbakan, Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy tarafından geçen hafta toplanan Libya zirvesine davet edilmediği için hiddet içinde.
Sarkozy’nin ondan hiç hazzetmemesini bir tarafa bırakacak olursak, Erdoğan’ın Paris’e davet edilmemesinin nedeni çok açık. Askeri müdahaleye karşı çıkacağı, müdahaleden yana olanların işini zorlaştıracağı biliniyordu.
Batı
Hayatımda iki nükleer dönem var. 2006’ya kadar nükleer karşıtı idim. 2006’da İngiliz bilimadamı James Lovelock’un yazdığı The Revenge of Gaia (Gaia’nın İntikamı) adlı kitabı okudum ve nükleer taraftarı oldum.
Lovelock Gaia Teorisi ile ün kazanan, çevreciliğin en ünlü kişilerinden biridir.
Gaia Teorisi’ne göre, dünya, üzerinde yaşayan bütün canlıların meydana getirdiği, her şeyin birbirine bağlı olduğu bir organizmadır. Lovelock’un Gaia adını verdiği bu organizmanın amacı hayat için ideal koşulların sürekliliğini sağlamaktır.
Lovelock’un kitabının konusu küresel ısınmadır. Isınma dünyadaki hayatı tehdit ediyor. Küresel ısınma artmaya devam ederse meydana gelen iklim değişikliği insanlığın sonunu getirecek.
Isınmanın en önemli nedeni yaktığımız kömür, petrol ve doğalgazın atmosfere püskürttüğü karbon dioksit ve metan gazlarıdır.
Felaketi önlemek için bunu acilen azaltmak durumundayız. Rüzgâr, güneş ve akarsulardan elde edilen temiz veya yenilenebilir enerjiler kömür ve petrolün yerini dolduramaz. Rüzgâr türbinleri, örneğin, günde ortalama altı saat faaldir. Güneş enerjisini bugünkü teknolojilerle ekonomik olarak kullanmak mümkün değildir.
Başbakan gelecek ay nükleer santralın temelini atacağını açıklarken AtomEnergoProekt (AEP) adlı Rus şirketinin uzmanları Mersin Akkuyu’da mühendislik ve jeolojik yapı araştırması yapıyorlardı.*
St Petersburg merkezli AEP Ruslar tarafından finanse edilip yapılacak santralın baş mimarıdır.
Çalışmalarının amacı, inşaata başlamadan önce bölgenin jeolojik yapısını, muhtemel deprem ve tsunami tehlikesini, çevre ile olan ilişkiyi, ne tür bir temel gerektiği, santralın nereye yerleştirileceği gibi konuları tespit etmektir.
Araştırma sonuçları santralın dizaynında ve inşaat Türk makamlarından alınacak inşaat izni başvurusunda kullanılacak.
Şirket araştırmalarını Temmuz 2012’ye kadar bitirmeyi ümit ettiğini söyledi.
Bu araştırmalar tamamlanmadan inşaata başlanabilir mi?
“Bu araştırmalar bitmeden inşaat yapılamaz” diye konuştu nükleer enerji konularında uzman bir kaynak. “Araştırmadan ‘yer yanlış, burada santral yapılamaz’ sonucu çıkmayacağını kim garanti edebilir?”