Bir Pakistan atasözüne göre “Karanlığın en derin olduğu yer ışığın altıdır.”
Seçim sonuçları çok açık ve kesin.
Pirene dağlarında küçük bir ülke olan Andorra’yı bir tarafa bırakacak olursak, Avrupa’da AKP’nin aldığı yüzde 50 oyu almış, hatta yanına yaklaşmış bir parti yoktur.
Almanya ve İngiltere koalisyonlarla yönetiliyor. Fransa’da iktidarda olan Nicolas Sarkozy ise 2007’de yapılan seçimlerin ilk raundunda oyların sadece yüzde 31,2’sini aldı.
AKP’nin kazandığı devasa, daha da iyileştirilmesi neredeyse imkânsız, ağız sulandırıcı bir çoğunluktur. Seçmen, Erdoğan’a, neredeyse “Al Türkiye’yi ne yaparsan yap” dedi.
Erdoğan üçüncü defa başbakan olacak ve onu bu makamda neredeyse on yıldan beri tanıyoruz. Oy sayımı tamamlandıktan sonra yaptığı konuşmasında “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” da dedi. Sık sık “demokrasi” kelimesini de kullandı.
Ama ne onunla olan uzun tanışıklığımız ne de sicilinin verdiği ipuçları niyetlerinin sınırı konusunda bizi aydınlatmıyor. Beni aydınlatmıyor, en azından. Çünkü her duyduğuma inanmamayı öğrendim.
Ozanköy
Önünden geçerken dikkatimi çekti. Evin bahçesindeki meyve yüklü portakal ağacının kaldırıma sarkan dallarının üzerine bir ağ gerilmişti.
Genellikle bu tür ağlar kuşların meyveleri yemesini engellemek için konur. Güney Almanya’da, Lindau yakınlarında, tamamı ağlar altında olan, dönümlerce kiraz ağacı görmüştüm.
Ama bu ağ kuşlar değil insanlar için konmuştu. Evin sahibi, kaldırımdan geçenlerin portakal koparmasını istemiyordu.
Bu saldırgan nekeslik gösterisi nedense beni rahatsız etti. Böyle bir kişiyle arkadaş olamazdım.
Ne olurdu, mahalleli veya gelip geçen çoluk çocuk veya yetişkin birkaç portakal koparsa?
‘Erozyon Dede’ Hayrettin Karaca çocukluğunun geçtiği Bandırma’da sokağa sarkan dallardaki meyvelerin oradan geçenlerin hakkı kabul edildiğini anlatmıştı bana bir gün. “Avlunun dışına sarkanlar... Onları biz yemeyiz, gelen geçen yer. Göz hakkıdır onlar.”
Yoksulluk sadece parasız olmak değildir. Dünya Bankası 47 ülkede 60 bin kişiye yoksulluktan kurtulmanın kendileri için ne anlama geldiğini sordu ve cevaplara 2000-2001 Dünya Kalkınma Raporu’nda yer verdi. Cevaplar şunlardı: Fırsat, empowerment (ne olduğunu biraz sonra anlatacağım) ve güvence. İtibar veya adam yerine konmak da verilen cevaplar arasındaydı.
Yoksulluk insanın sürmek istediği hayatı sürememesi, toplum hayatına tam anlamıyla katılamamasıdır.
Bazı ekonomistler için yoksulluğun ortadan kalkması için iki şey gerekiyor: Kalkınma ve empowerment.
Empowerment, Türkçede, güçlendirme, yetkilendirme anlamına gelir. Ama bunlar kelimenin tam anlamını veriyor mu, emin değilim. Empowerment kişilerin ve toplumların kendilerini dini, siyasi, sosyal ve ekonomik olarak güçlü hissetmeleridir. Hem kalkınmanın bir parçasıdır hem de ondan ayrıdır. Kalkınmanın tam olması için ona eklenmesi gereken bir şeydir.
Bir örnek vermek gerekirse: AKP, iktidara geldikten sonra, İslami kesim üzerindeki kısıtlamaları tamamen olmasa da büyük bir ölçüde kaldırdı. Başörtüsü ile ilgili bazı yasaklar hâlâ duruyor ama örneğin kuran kursları serbest, her türlü dini düşünce de kısıtsız tartışılıyor.
Bülent Arınç, geçenlerde milletvekilleri için Avrupa Birliği ayarında maaş talep ederken, tesadüfen eski Yunan ve Roma’dan günümüz için çıkarılacak derslere dair bir kitap okuyordum.*
Kitabın ilk bölümünde Milattan Önce 508 yılı civarında Atina’da kurulan demokrasinin nasıl işlediği anlatılıyordu.
Bir şehir devleti olan Atina’da kararlar, esirler ve kadınlar hariç bütün Atinalı erkeklerin katıldığı toplantılarda alınıyordu.
Karara bağlanması gereken bir konu gündeme geldiğinde, Atinalı erkekler Akropol yakınlarında bulunan Pniks adı bir tepede toplanır, tartışmaları dinler, el kaldırılarak oylamaya katılırdı. Çoğunluğun dediği olurdu. Gündemi, Boule adlı, beş yüz kişilik bir meclis belirliyordu.
Atina’da on boy yaşıyordu. Meclis’in beş yüz üyesi her bir boyun seçtiği elli üyeden meydana geliyordu. Yıl ona bölünüyor, her bir boy yılın onda biri kadar bir süre Atina’yı idare ediyordu. Sıra kura ile belirleniyordu.
Meclis üyeleri sadece idari görev yaptıkları günler için para alıyorlardı ve bu para da birkaç obolu geçmiyordu. Obol düz bir işçi günlüğüdür. Bir de, gene sadece yöneticilik yaptıkları günlerde, bedava yemek yiyorlarmış.
Bu aldıkları para da, görev
İnsan olmak yorucu bir iştir. Çünkü bir varoluş biçimi olmaktan çıktı. Bir uğraş, bir proje, bir amaca varma süreci oldu.
Bir yarış halini aldı.
İnsanın her zaman aşındırması gereken bir yol, aşması gereken bir dağ, varması gereken bir yer, taşıması gereken bir kaya var.
Kişi doğmaz, olur.
Diğer canlılar ise olmuş doğarlar.
Tohum ağacını içinde taşır. Ağaç olmayı öğrenmesine gerek yoktur. Yetişmesi için tohumu olduğu ağacın onu beslemesi gerekmez.
Deniz kaplumbağası yumurtalarını kumların altına gömüp geri denize döner. Yavruları, bir-iki ay sonra, kumların rahminden çıktıklarında analarının kum değil kaplumbağa olduğunu bilirler. Karaya değil denize doğru yürüyeceklerini kimsenin kulaklarına fısıldamasına da gerek yoktur. Kaplumbağa olmak ise ezberlerindedir.
Bir zamanlar BBC İngilizcesi diye bir İngilizce vardı. İngilizcenin BBC spikerleri tarafından kullanılan telaffuzuna verilen isimdi bu.
Kurum, Londra’nın da bulunduğu güneydoğu İngiltere’de üst sınıf tarafından kullanılan bu aksanı yayın standardı olarak kabul ediyordu. Bütün spikerler ve muhabirler bu aksanın ustası olmak zorundaydı. Kraliçe (veya Kral) İngilizcesi veya Oxford (Üniversitesi) İngilizcesi olarak da biliniyor bu telaffuz biçimi.
Kelimelerin keskin bir tırnak makası ile kesilip titizlikle törpülendikten sonra manikürlenip öyle ağızdan çıkartıldığı bir İngilizce düşünün.
BBC, on beş yıl kadar önce, bu sert kuralı terk etti. Bölgesel aksanlarla konuşan spikerler ve muhabirler de kullanmaya başladı.
Bir gün arabada giderken her zaman olduğu gibi BBC düğmesine bastığımda duyduğum Amerikan aksanını hiç unutmayacağım. Amerikalı bir kadın spiker okuyordu haberleri. Kulaklarıma inanamadım. Kraliçenin bir Amerikalı ile evlenmesi kadar inanılması zor bir şeydi bu.
Dinleyici bölgesel aksan istiyor
Erdoğan kaset yoluyla MHP’yi “şekillendirmek, yeniden tasarlamak istiyorlar” diyor ama değerlendirmesi yanlıştır.
Şekillendirmek istedikleri seçimler, Meclis ve ülkenin geleceğidir.
Kaset kampanyasını yürüten gizli hafiyeler başka hikâyeler anlatıyor ama asıl amaç MHP’yi seçmenin gözünden düşürmek, baraja takılmasını, Meclis’e girmesini engellemektir. Meclis’in bileşimini AKP lehine değiştirmektir.
MHP’nin içinde olmadığı bir Meclis büyük bir olasılıkla AKP’nin içinde istediği gibi at koşturacağı bir Meclis olur. Çünkü MHP barajı aşamazsa onun kaybettiği sandalyelerin çoğunu AKP alacak. Bu da, muhtemelen, Erdoğan’ın anayasayı değiştirmek için ihtiyacı olan süper çoğunluğa kavuşmasını sağlar.
Böyle bir çoğunluğa sahip olan Erdoğan’ın yeni anayasa veya Kürt açılımı gibi hayati konularda uzlaşma aramasına gerek kalmayacak. Erdoğan’ın tek adam statüsü daha da pekişecek, otoriter eğilimleri güç kazanacak.
Kaset olayının etkisi
Zengin ülkelerde kişilerin çoğu, gelişmekte olan ülkelerde gittikçe artan sayıda insan uzun yaşamayı ve yıllarının çoğunu sağlıklı geçirmeyi umut edebilir.
Bu belki de modern uygarlığın elde ettiği en büyük başarıdır.
Bu sözler Max Planck Demografi Enstitüsü Başkanı Prof. James Vaupel’e ait.
Birçok ülkede yöneticiler dünya nüfusunun yaşlanmakta olduğunun farkında. Erdoğan’ın kadınlara “üç çocuk yapın” demesinin arkasında bu var.
Ama genelde, yaşlanmanın ne kadar hızla meydana geldiğini, ne önlemler alınması gerektiğini bilim adamları dışında pek düşünen yok.
Geleneksel olarak hayatın üç evresi vardı: genç, yetişkin, yaşlı.
Ömrün uzamasından sonra bu evreler dörde ayrıldı: Genç, yetişkin, genç-yaşlı ve en yaşlı yaşlı. Genç yaşlılar 85 yaş altı olanlardır.