Bozukluk bir organın normal biyolojik görevini yerine getirememesidir. Kalp normal bir biçimde kan pompalayamazsa, böbrekler süzemezse, ak ciğerler normal iyi nefes alıp veremezse bozulmuş sayılırlar. Beynimizin çevrede meydana gelen olaylara verdiği reaksiyon olan duygusal tepkilerimiz de aynıdır.
Normal bir beynin kayıp karşısında verdiği tepki hüzün, yeis, kederdir. İnsanın neden hüzün duyduğu, bunun biyolojik fonksiyonunun veya faydasının ne olduğu bilinmemektedir. Bilinen, her insanın kayıp olaylarına hüzün duyarak tepki verdiğidir.
Parasını batıran tüccar, işsiz kalan bankacı, sevgilisini kaybeden liseli, seçimi kaybeden politikacı, artık başrol teklifi almayan yaşlanmaya yüz tutmuş aktör, üzüntü duyar. Bu ve benzeri kayıp durumlarına verilen hüzün tepkisi beynin fonksiyonunu yerine getirdiği, normal olduğunu gösterir.
Normal olmayan, kayıp veya herhangi bir başka neden olmadan meydana gelen hüzün veya, psikiyatrideki adı ile, majör depresif epizoddur. Bu beynin normal fonksiyonunu yerine getirmede başarısızlığa uğradığını, bir sorunu olduğunu gösterir.
Ancak modern psikiyatrinin depresyon tarifi normal hüznü depresyondan ayırt etmeyi zorlaştırarak - hatta
Yaygın kanaate göre depresyonun nedeni beyindeki kimyasal dengenin bozulmasıdır.
Bu bir efsanedir. Kimyasal dengesizlik teorisini kanıtlayacak bilimsel bulgu yoktur. Aksine, tersini doğrulayan birçok araştırma mevcuttur.
Psikiyatrinin ecza yanı ile ilgilenenler “kimyasal denge” teorisini çoktan terk etti. Bu efsanenin hâlâ, doğru imiş gibi tedavülde dolaşmasının nedeni psikiyatrlardır. Onlar için bu, bugün değilse yarın kanıtlanacak kutsal bir doğrudur. Psikiyatrlar, “Kimyasal denge olayı yoktur,” demek, Kabe’de “Allah yoktur” diye bağırmaktan farksızdır.
Psikiyatrlar bu teoriye neredeyse inanmak zorundadır. Aksi takdirde hastalarını ilaç almaya ikna edemezler. Eğer beyindeki kimyasallarda bir dengesizlik, yoksa bu dengesizliği normalleştirdiği iddia edilen antidepresanlara ne gerek var?
Depresyon için tanı koydurucu herhangi bir laboratuar bulgusu yoktur. Röntgen, emar, termometre, tahlil gibi diğer doktorların emrinde bulunan araçlarla tespit edilmesi de mümkün değildir.
Bu bilimsel yetersizlik psikiyatride teşhis koymanın tarif üzerine yapılmasını zorunlu kıldı. Psikiyatride hastalık kıstaslarına, tarifine uyan hastadır, uymayan değildir.
Depresyon konusunda iki iddia var: Birincisi: Depresyon çağımızın en yaygın ruh hastalığıdır. Türk Psikiyatri Derneği (TPD) depresyonun toplumda görülme oranın yüzde 8-10 arasında olduğunu söylüyor. TDP’ye göre, 10 erkekten biri yaşam boyunca bir defa “depresyon hastalığına yakalanacaktır.” Kadınlarda risk çok daha yüksek. TDP’ye göre, her dört-beş kadından biri hayatında en az bir kez depresyon hastası olacak.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 2020 yılında depresyon, kalp hastalıklarından sonra dünyada en sık görülen hastalık olacak.
İkincisi: Depresyonun en yaygın ruh hastalığı oluşu çağımızın en büyük yalanlarından biridir. Evet, depresyon geçiren bazı insanlar gerçekten hastadır. Ama bunlar azınlıktadır. Depresyonun yaygınmış gibi görünmesinin nedeni psikiyatri aleminin depresyonun tarifini hasta olmayan kişileri de içine alacak şekilde genişletmesidir. Bu genişleme tamamen keyfidir, bilimsel bulgular tarafından desteklenmemektedir.
Büyük çoğunluğu hasta değil
Depresyon teşhisi konan insanların büyük çoğunluğu hasta değildir. Bunların yaşadığı klinik depresyon değil üzüntü, yeis, keder gibi insanlık halleridir. Bu haller patolojik bir bozukluktan kaynaklanmıyor. Kayıp,
Kırk yaşını birkaç sene önce arkada bırakmış olan kadın bir süreden beri çok hoşlandığı bir adamla çıkıyordu.
İlişki iyi gidiyordu. Mutluydu. Adam onu ailesiyle tanıştırınca evlilik hayalleri kurmaya başladı. Çok arzuladığı bir şeydi bu. Yıllarını işinde ilerlemeye ayırmış, erkeklerle ilişkilerinde evliliği ön plana çıkarmamıştı. Şimdi tam zamanı gibiydi. Hatta belki de son şanstı.
Ama, ilişki aniden sona erdi. Kadının tahmininin aksine, adam evlilik düşünmüyordu. Evlenmiş boşanmıştı, çocukları vardı. Kadın evlilik konusundan dem vurmaya başlayınca çekti gitti.
Kadın derin bir yeise kapıldı. Kendini yorgun, mutsuz, değersiz hissediyordu. İştahı kaçtı. Uyku uyuyamıyordu. İşte konsantre olamıyordu. Zaman zaman, iş çıkışı arkadaşları ile buluşmayı sevmesine rağmen, dışarı çıkmamaya başladı. Hayat ümitten yoksun, çorak bir belde haline dönmüştü sanki.
“Yataktan zor kalkıyorum” diye anlattı sonunda, gittiği psikiyatriste. Psikiyatrist ona depresyon teşhisi koydu. Antidepresan ilaca başlattı. Psikoloğa yolladı.
Üç ay kadar gitti geldi. Sonra başka bir adamla tanıştı. Yavaş yavaş neşesi yerine geldi. Hayatı normale döndü. İlacı ve psikoloğa gitmeyi bıraktı.
Hrant Dink davası ile ilgili skandal kararın açıklanmasından sonra hükümet, muhtelif sözcüleri aracılığıyla üç mesaj verdi:
Bir. Kamuoyu vicdanı rahat değil. Biz de rahat değiliz.
İki. Sabredin. Konu kapanmadı. Dava önüne geldiğinde Yargıtay çok değişik bir karar verecektir.
Üç. Dink’in öldürülmesi bir örgüt işidir. Bu örgüt yargıya ve gayrimüslimlere yönelik başka cinayetler de işledi veya işlemeye kalkıştı. Amacı bu suçları AKP’nin üstüne atmaktı. Partinin ılımlılık perdesi ardında köktendinci teröristleri gizlediği izlenimi yaratmaktı. Bunun da amacı hükümeti Batı’nın gözünden düşürmekti.
Özetle, “Biz de mağduruz ve üzgünüz ama, biliyorsunuz işte, yargıya müdahale edemiyoruz” demeye getirmeye çalıştı hükümet.
Çalıştı ama başaramadı. Başarması da mümkün değil. Hükümeti yargıya müdahale etmemekle suçlayan yok.
Onun suçu polise, istihbarat teşkilatına müdahale etmemek, gerçeğin ortaya çıkması için gerekli özeni göstermemektir. Türkiye’de ne yargıçlar ne de savcılar örneğin ABD, İngiltere veya İtalya’daki meslektaşları kadar güçlü veya bağımsız değildir. Batı’da savcı polise hükmederken Türkiye’de polis savcıya hükmeder. Uygulamadaki gerçek, özellikle siyaseten
Steven Weinberg’in kitabı çıkar çıkmaz ısmarladım ama elime geçtikten sonra epey zaman evimdeki “Okunmayı bekleyen kitaplar” kuyruğunda beklemek zorunda kaldı.
Geçenlerde bir sabah, havaalanına gitmek üzere yola çıkmadan önce, yanıma, yolculukta okumak için kitap almadığımı hatırladım. Salondaki yuvarlak masanın üzerindeki kitapları elden geçirdim. Weinberg’in Göl Manzaraları’nı(*) sırt çantama koydum.
Teksas Üniversitesi profesörlerinden Weinberg Nobel ödüllü bir fizik ve astronomi profesörüdür. Onu dergilerdeki yazılarından tanıyordum. Fizik ve astronomiye meraklıyım ama her iki konuda da bilgim sığ ve amatördür. Weinberg’in değişik yerlerde yayımladığı makalelerini topladığı kitabı benim gibi insanların anlayabileceği şekilde yazılmıştı. Belki içinden bir şeyler kapabilirdim.
Uçakta kitabı okumaya son yazıdan başladım. “Tanrısız” adlı yazı din ile bilim arasındaki gerilimi irdeliyordu.
Weinberg’e göre Müslümanlık’ta bu gerilim Hıristiyanlık’ta olduğundan büyüktü. Hıristiyanlık bir yerde bilimle barışmıştı ama Müslümanlık’ta böyle bir el sıkışma olmamıştı.
Bilimde, dünyada öncülük
Lefkoşa
Son yıllarda onu kimse dinlemez olmuştu. Öldükten sonra da vasiyetine kulak asmadılar. Rauf Denktaş’ı Lefkoşa genel hastanesinin önündeki, anneler ve çocuklar dahil pek kimsenin uğramadığı, büyük, bakımsız parka gömdüler.
Oysa O, Lefkoşa mezarlığına, genç yaşta araba kazasında ölen oğlu Raif’in yanına gömülmek istiyordu.
Raif’in bir akşam Magosa yolunda ölümü Denktaş’ın hayatının belki de en büyük travmasıydı. Aylarca mezarının başında oturdu. Dindar oldu, dine dair kitaplar yazdı. İyice yaşlanıncaya kadar, zaman zaman cumaları, dün cenaze namazının kılındığı Selimiye Camii’nde boş halıların üzerinde tek başına öğle namazı kıldı.
2005’te aday olmadı
İnatçı, Kıbrıs Türkleri için sadece kendi düşündüğünün doğru olduğunu düşünen, düşüncelerine karşı duranlara merhameti olmayan bir liderdi, Denktaş.
Ozanköy
Rüzgâr esiyor. Ağaçları eğiyor. Dalları kırıyor. Yaprakları uçuruyor. Kamışları dalgalandırıyor. Ekinleri yatırıp kaldırıyor. Tohumları uçuruyor. Otları kurutuyor. Turunçları düşürüyor. Bulutları dağıtıyor.
Her ağaçtan ayrı bir ses çıkarıyor.
Rüzgâr esiyor ve bir tek onun sesi duyuluyor bir de limonun çevresinde kaynaşan serçelerin. Rüzgârın çizgilerinde birer nota.
Rüzgâr esiyor ve her şeye dokunuyor.
Rüzgâr esiyor ve bahçe de sanki onunla beraber esiyor. Serin havayı içime çekerken hem uykudayım hem uyanık, hem buradayım hem değil. Bir başka boyutun eşiğindeyim, kapısı burada, çok yakında, eminim, ama nerede, bulamıyorum.