Beyaz Yayınları, matematikçi John Allen Paulos'un "Herkes İçin Matematik" adlı kitabını yayımladı... Soyut ve anlamsızmış gibi görünen denklemleri hayatın içine taşıyıp onlardan hayatla ilgili sonuçlar çıkaran Paulos, en başta okullarda verilen matematik eğitimini eleştiriyor:
- Mantıklı sayısal tahminlerin gerçek hayattaki yeri hiç söylenmez. İlkokul çocuklarından hiçbir zaman okulun yan duvarlarında kaç tuğla olduğu, sınıfın en hızlı koşan kişisinin ne hızla koştuğu, babaları kel olan çocukların yüzdesi, bir kişinin kafasının çevre uzunluğunun boyuna oranı, Empire State Building'e eşit boyda bir kale meydana getirmek için kaç tane bozuk para gerektiği ya da tüm bu bozuk paraların sınıflarına sığıp sığmayacağını tahmin etmeleri istenmez...
Sonuçta ne olur?.. Öğrenmekle yükümlü kılındığı kuru bilgileri gerçek anlamlarıyla kavrama (ve yorumlama) yeteneği gelişmeyen öğrenci, ilerki yıllarda da "yaşamsal" meseleleri çözemeyen... olasılık hesapları yapamayan... sadece el yordamıyla yön bulmaya çalışan bir "sayı cahili" olur çıkar...
&nb
Transferde uçuşan trilyonlar bizim züğürtlerin çenesini yoruyor. Oysa alan razı veren razı... Kime ne?.. Transfer konusunda da yanlışa parmak basıyoruz.
Sorun nerede?.. Türkiye'de yeterince sporcu yetişmiyor. Sorun burada. Okullar sporcu yetiştirmiyor. Belediyelerin böyle bir derdi yok. Spor kulüplerinin birkaçı hariç, alt yapı teşkilatı yok. Futbolcu nereden yetişecek bu koşullarda? Yetişmiyor nitekim... Arz düşük kalınca talep yüksek oluyor, fiyatlar düşüyor.
Ve hala Fenerbahçe gibi paralı kulüplerin aklı başına gelmiş görünmüyor.
Kulüp başkanı, futbolun ilerlemesi için yabancı futbolcu transferinin tamamen serbest bırakılmasından dem vuruyor mesela.
Transfere sağlanan trilyonların bir bölümü alt yapıya akıtılsa hem sporumuz kurtulacak, hem kulüpler batma noktasından geri dönecek oysa.
Değerli spor adamı Coşkun Özarı, Akşam gazetesinde bu konuya ilişkin bir anısını aktarıyor. Bakınız ne diyor:
Son 32 yıldır Endonezya'yı yöneten Suharto, halk çoğunluğunun baskısıyla görevinden istifa etmek zorunda kaldı...
Diğer azgelişmiş veya gelişme çabasındaki ülkelerde olduğu gibi bu ülkede hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet gibi olaylar ayyuka çıkmış, gelir dağılımının bozukluğu dargelirli insanları isyan noktasına getirmişti...
Burada ilginç bir nokta var: Dikkat edilirse Endonezya tipi ülkelerde liderler kolay kolay değişmiyor.. Doğal ölüm, suikast, idam, uçak kazası veya halk isyanı olmadıkça azgelişmiş toplumlarda lider değişikliğine pek rastlanmıyor...
Suriye'de Esad... Irak'ta Saddam... Libya'da Kaddafi... Mısır'da Mübarek... Uganda'da İdi Amin... Fas'ta Hasan... Ürdün'de Hüseyin... Yıllardır iktidarda... Hindistan'ın Gandi'si ölümle işbaşından ayrıldı... Keza Pakistan'da Butto.. Mısır'da Enver Sedat.. Etopya'da Haile Selasiye.. Tunus'da Habib Burgiba.. İran'da Pehlevi devrimle ülkeden kaçmak zorunda kaldı.. Filipinler'de Marcos yine bir halk hareketiyle terk etti ülkesini.. Listeyi
Ve nihayet birleşiyorlar... Yıllardır "yürüyerek" aşındıramadıkları yolların (ve kaldırımların!) tamamen otomobil egemenliğine geçmesi üzerine... "yayalık bilincine sahip" bir grup yurttaş, birleşip "Yaya Hakları Bildirgesi"ni yayınladı. Bildirgeyi hazırlayan Yaya Hakları için Yurttaş Lobisi'nin sözcüsü Ümit S. Topçuoğlu telefonda:
- Trafik kurallarının ve kent planlamalarının temelinde, otomobiller için "az riskli yaya" oluşturma zihniyeti yatıyor. "Az riskli - iyi" bir yaya, otomobil için konmuş kurallara uyan yaya demek.. "Kötü yaya" ise zaten fazla yaşamıyor! Trafik Haftası'nda asılan pankartları hatırlarsınız: "Şoför Amca, beni ezme!" Sonunda bir özel gün bile ilan ettiler: "4 Mayıs - Kaza Yapmama Günü!" Görüyorsunuz, "otomobil merkezli" yaklaşım, yayayı "merhamet edilmesi gereken" biri olarak görüyor. Oysa kentler, özünde insanların (yani "yaya"ların) yaşam alanı.. Ayaklar ve bacaklar da gaz pedalına basmak için değil, yere basmak ve yürümek için.. "Yayalık hakkı" da "yaşama hakkı" gibi temel bir hak.. Yayalık aynı zamanda en doğal ulaşım biçimi.. Yaya ne kimseye zarar verir, ne çevreyi kirletir,
Endonezya'da Suharto çekildi yerine yardımcısı Habibi geçti. Necmettin Erbakan'ın Endonezya'yı öve öve bitiremediği günlerde bu ülkede uzun süre Türkiye Büyükelçisi olarak bulunmuş olan Sayın Aydın Alacakaptan'la konuşmuş; onun aşağıdaki sözlerini sütunumuzda yayınlamıştık. Necmettin Erbakan'ın Almanya'dan sınıf arkadaşı olan Habibi konusunda Aydın Alacakaptan demişti ki:
- Erbakan'ın sınıf arkadaşı olan ve öve öve bitiremediği Dr. Habibi, dünyanın en büyük hırsızıdır. Ondan büyük hırsız dünyada belki az bulunur. Bunu da bütün Endonezya halkı bilir. Ülkenin son dönemindeki sınai kalkınmasının önemli bir mevzii sayılan, serbest bölgenin bulunduğu Batan Adası Habibi'nindir. Habibi'nin İspanya'da ve Almanya'da şatoları vardır, ülkenin yarısının sahibidir. Bütün askeri malzeme alımlarından, uçak, gemi alımlarından hisse alır. Habibi, Erbakan'ın bu gezi sırasında sık sık sözü edilen N 250 tipi yolcu uçağı projesini gerçekleştirmek için 1985'ten beri uğraşıyor, bu işten para vurmak için bütçeden sürekli olarak tahsisat koyduruyor. Ve Erbakan'ın gezisi sayesinde öğrendik ki, sonunda bu projeyi
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Kumbaracıbaşı, Cumhurbaşkanı Demirel'in başkanlık sistemine zemin hazırlamak için sarfettiği "Sistem tıkandı" sözüne yanıt olarak diyor ki:
- Otobüsü ehliyetsiz şoföre emanet ederseniz kazaların suçunu otobüse yükleyemezsiniz.
Yani demek istiyor ki:
- Otobüsü yenileseniz de aynı şoförlerle akıbet farklı olmaz.
Başkanlık sistemini Özal ortaya atmış, Demirel o zaman karşı çıkmıştı. 28 Kasım 1990 tarihli Cumhuriyet'te Demirel, Özal'ın başkanlık sistemi talebine lafı şöyle yapıştırıyor:
"Önce mevcut anayasaya uy!.."
Söz açılmışken duyarlı okurumuz Metin Karadağ'ın "Cumhurbaşkanı'na" yazdığı açık mektuptan birkaç satır sunalım:
İstanbul Maslak'ta, içeri girdiğinizde bir Batı üniversitesi'nin temizliği ve düzeniyle sizi karşılayan... Işık Vakıf Üniversitesi'nde"Devlet ve Vakıf Üniversitelerinin Bugünü ve Geleceği..." tartışılıyor.
İ.Ü. Rektörü Prof. Kemal Alemdaroğlu, vakıf üniversitelerinin hızla çoğaldığını, 54 devlet üniversitesine karşılık 18 vakıf üniversitesi oluştuğunu, bu üniversitelerin bir yasa ile çerçevelenmediğini, öğretim kalitesinin denetlenmediğini anlatıyor ve böyle giderse 1970'lerde pıtrak gibi çoğalan ama sonra hep birlikte çöken özel üniversitelerin akıbetinin tekrarlanmasından korktuğunu ekliyor.
Panele katılanlar üniversitenin yalnızca eğitim - öğretim değil aynı zamanda araştırma ve bilim kuruluşu olması gereğinin üzerinde birleşiyorlar.
Devlet üniversitelerinin ikinci yakınması, yetiştirdikleri nitelikli öğretim üyelerinin cazip ücretlerle vakıf üniversitelerine çekilmesi.
İTÜ Rektörü Gülsün Sağlamer, öğretim üyesi sayısının belli olduğunu, bu sayı artmadıkça yeni vakıf
Psikolog Hacı Harmancı, yöneticiliğini üstlendiği çocuk yuvasındaki ufaklıklarla sohbetlerinden derlemiş "5 Yaşında Aşk" adlı kitabı... Sayfaları çevirip minik yüreklerin "aşk" konusundaki cevval fikirlerinden bir demet derleyelim:
"Aşk, birisinin evine gidip onu öpmektir..."
"Birini görürsün, yüzü güzeldir. Borçsuzdur. Güzel bir işi vardır. Herşeyi borçlanmadan alabilir. İşte o zaman aşık olursun..."
"Aşık olanlar uyurken birbirlerini düşünürler..."
"Bizim sınıfta O.Ü. diye biri var. Hep kızların eteğini açıyor. Açıp bakıyor. Bu da aşk gibi birşey..."
"Öpüşerek, sevişerek başlar. Boşanarak biter..."
"Erkek yolda giderken veya bir mağazaya giderken kızın peşine takılır. Kız nereye giderse o da oraya gider. Yanaşır. Kız çekilir. Erkek biraz daha yanaşır. Sonra erkek dayanamaz kıza evlenme teklif eder. Kız da kabul eder..."