Sabahın köründe vapurdan çıkıp Karaköy’ün balçık çamurlu sokaklarından okula yürürken... Gözlerim ister istemez kırık dökük ayakçı meyhanelerine takılırdı. Yüksek taburelere tünemiş ayyaşlar o saatte ayakta sallanarak ucuz şarap yuvarlardı. İnsanlar sabahın köründe neden içer, ayyaşlar o saatte aralarında ne konuşur? 12 yaşında bir çocuk elbet bunları merak eder, ben de merak ederdim. Neydi dertleri?
Yıl 1954... Saint Benoit Lisesi’ne yazdırılmıştım. Orta halli babam gelirinden büyükçe bir parçayı benim Fransız Lisesi’ndeki taksitlerime ayırmıştı. Çünkü ilkokul son sınıftaki öğretmenimiz İzzet Bey benim her soruya parmak kaldırmamdan etkilenmiş, annemi çağırmış, “Bu çocuğu mutlaka kolejde okutun” gibi öğütler vermişti. Babam da hocaya uymuş, bir taksi ile temin edilen aile nafakasının büyükçe kısmını benim taksitime ayırmış, koleje yazdırmıştı.
Okula aynı adı taşıyan kilisenin hemen yanındaki kapıdan girilirdi. Kapının üzerine kazınmış “Ad Maiorem Dei
İngiltere’de yaşayan, 40 yaşlarında bir dostumuzla sohbet ediyoruz.
Cumartesi günü yani 8 Mayıs’ta ilk aşıyı olacakmış.
İkinci aşı için 24 Temmuz tarihini vermişler.
Aşının türünü bilmiyordu.
BioNTech olabilir, Johnson olabilir, dedi.
Önemli olan, iki aşı arasında 10 haftadan fazla zaman bulunması.
Dedim ki:
- Bizim Sağlık Bakanı iki aşı arasında 6-8 hafta bulunabilir dedi, ortalık ayağa kalktı. Herkes aşı kalmadığı için aranın açıldığını düşündü. Ertesi gün Cumhurbaşkanı devreye girdi,
Genelgelere yansıyan kararların ne kadar gerçekçi olduğuna bir örnek daha verelim.
Semt pazarlarını yasaklayıp, marketleri pazar günleri kapatıp, lokantaları da sınırlayınca ülke genelinde sebze meyve tüketimi düştü. Şehirlerdeki toptancı hallerine giriş çıkışlar da kısıtlanınca Akdeniz ve Ege bölgelerinde tarımsal ürün elde kaldı. Domatesler, biberler, patlıcanlar kasalarla çöpe dökülüyor. Çiftçi yangınlarda.
Derken, çözüm için yeni bir genelge çıkarıldı: 8 ve 15 Mayıs cumartesi günleri semt pazarlarının açılacağı ilan edildi.
Kararı alanlar belli ki bir pazarcıyla olsun konuşup fikir almamış.
Neden derseniz... Birincisi, cumartesi günleri pazar kurulacak ama oraya gidecek insanların arabalarını kullanmaları ve semt dışından alışveriş yasak. Böyle olunca pazara sadece o semtte oturanlar gidebilir.
Arabayla gidişe izin verirlerse, bu defa sakıncalı bir kalabalık oluşur.
Daha önemlisi... İstanbul’da 39 ilçede haftanın 7 günü 640 pazar kurulur. 600 bin kişi bu işten ekmek yer. Pazarcı esnafı haftanın her
Eskiden tüm bakanlıklarda, kurum ve kuruluşlarda hukuk müşavirlikleri vardı. Bir genelge yayımlanacağı zaman mutlaka hukuk müşavirliğiyle koordine edilir, genelgede belirtilen hususların Anayasa ve yasalara uygunluğu konusunda görüşleri alınırdı. Onların onayı istenirdi.
Çok tartışılan bir alkol satış yasağı var, malum. Bazı valilikler Hıfzıssıhha Kurulu kararıyla alkol satış yasağı koyuyor. Bu kurullarda kuşkusuz hem hekimler hem hukukçular var. Ancak şu ana kadar bu yasağın Kovid salgınının önlenmesine faydasını ve mantığını kimse açıklayamadı. Valiliklerde bu yasağa itiraz eden hukukçu ve tıp adamları oldu mu? Hiç duymadık. Satış yasağının salgına faydası varsa dünyada bir başka ülkede neden benzer önlem yok? Neden bugüne kadar Türkiye’de de bu önlem uygulanmadı?
***
Bu arada CHP’li İzmir ve Aydın belediye başkanları il Hıfzıssıhha’nın alkol yasağı kararına imza atmamışlar. Bunu da gururla ilan ediyorlar.
Bu başkanlar alkol satış yasağına imza atmama nedenlerini neden kamuoyuna açıklamıyorlar? Partileri neden ortada Anayasa’ya ve bilime uymayan bir karar
Batı televizyonlarını izleyenler görüyorlar. O televizyonlardaki tartışma programlarında uzmanlar konuşuyor, faydalı konular ele alınıyor, izleyiciye bilgi veriliyor, yeni fikirler üretiliyor.
Bizim tartışma programları farklı. Bizde hep aynı kişiler hiç anlamadıkları konularda ahkâm kesiyor. Uzmanlar ekrana çıkarılmıyor. Bir konu tartışılıyor gibi yapılıyor ama tartışılmıyor, laf kalabalığı arasında vatandaşın kafası karıştırılıyor. Gerçekler örtülüyor. İnsan bunları izlerken bildiğini de unutuyor. Halk o yüzden dizilere sardırmış durumda.
Peki, diziler izleyenlere hangi mesajları veriyor?
Eski bakanlardan Tınaz Titiz “Türk dizilerinin saklı içerikleri”ni irdelemiş. Bakın hangi mesajları görmüş:
“ * Sadakatsizlik ahlaksızlık değildir.
* Çalışmak gereksizdir, değirmenin suyu bir yerlerden gelir.
* Zenginin her şeye sahip olma hakkı vardır. Parasının satın alamadığı şeylere entrika ve dalavereyle sahip olur.
* Zenginlerin hayatı önemlidir, fakirlerin hayatı önemsizdir.
Bizler 50’li yıllarda Saint Benoit lisesinde Türk, Ermeni, Rum, Musevi öğrenciler birlikte okuduk. Ermeni hocamız oldu (Mösyö Papazyan)... Arkadaşlarımız oldu (Vahram Elmacıyan, Berç Koryan, ...) Yıllar yılı aramızda hiç 1915’in adı geçmedi. Bunun sebebini birkaç yıl önce Serdar Korucu ve Aris Nalcı’nın yazdığı “1965” adlı kitaptan öğrendik.
Dünyada 1965 yılına kadar kitlesel bir anma yapılmamıştı.
İlk büyük gösteri 24 Nisan 1965’te Sovyetler Birliği’nde Ermenistan’ın başkenti Erivan’da yapılıyor. 100 bin kişilik bir kitle, Opera Meydanı’nda toplanarak yürüyüşe geçiyor ve Ermeni tehcirini sembolize eden anıta karanfiller bırakıyor.
Türkiye şaşkın. Bizim gazeteler bu kampanyanın arkasında genellikle Yunanistan’ı görüyor. Aziz Nesin ise ‘Parmak’ başlıklı yazısında “Ermenileri Amerikalılar kışkırttı” diyor.
Yorum gerçekçi. Çünkü ABD ile Sovyetler arasında 1962 yılında patlak veren Küba füze krizinin ardından ABD Rusya’yı ayrıştıracak yollar
Turgut Özal ABD’de Ermeni soykırım tasarıları gündeme geldiğinde parlak bir fikir ortaya atmış:
- Bırakalım soykırım desinler, bir atımlık baruttur, atsınlar biz de uğraşmaktan kurtulalım, demişti.
Kendisine bunun bir atımlık barut olmadığı, çok kritik sonuçlarının olacağı zar zor anlatıldı. Türkiye, ABD’nin soykırım kararları almaması için yıllar yılı diplomatik çaba gösterdi. Ancak o berbat sözcüğün sonunda Başkan Biden tarafından dile getirilmesini önleyemedik. Bu telaffuzun sonuçları ne olacak? Tam bilinemiyor. ABD mahkemelerinde Ermeniler tarafından açılacak tazminat davalarında Başkan’ın bu çıkışından sonra Türkiye aleyhinde kararlar çıkmasının kolaylaşacağı söyleniyor. Başka sakıncalar da yaşayabiliriz.
Peki, Türkiye şimdi ne yapmalı? Büyükelçi Onur Öymen’in görüşleri şöyle:
“Türkiye, ‘Bunu kınıyoruz, reddediyoruz’ demekle yetinemez. Türkiye’nin vereceği karşılık, gelecekte bu tür söylemlerde bulunabileceklere karşı caydırıcı bir etki yapmalı.
1948 tarihli BM
Her yıl bu zamanlar 1915 Ermeni hengâmesi gündeme geldiğinde hatırıma Hasan Esat Işık Bey gelir. (Eskiler 1915’e Ermeni Hengamesi derlerdi.)
Hasan Esat Bey “aydın ve yurtsever bir devlet adamı” denildiğinde aklıma ilk
gelen isimdir.
Kendisini tanımak, siyasetçi-gazeteci ilişkisini yaşamak ve yıllarca dostluk etmek onuruna eriştim. Bu benim için bir talihtir.
Hasan Bey gazeteci arkadaşımız Zeynep Atikkan’ın dayısıydı. Sanırım ilk tanışıklığımızı sevgili
Zeynep sağlamıştı.
Hasan Bey 1962-1973 yılları arasında Brüksel, Moskova ve Paris Büyükelçiliğinde bulundu. Paris Büyükelçimiz iken, Ermenilerin Marsilya’da yaptırdıkları ‘soykırım anıtı’ açılışına Fransız bakanlardan birinin katılmasının ‘Fransa bu iddiayı benimsiyor’ anlamına geldiğini söyleyerek Paris’i terk etmişti. Olay yalnız Türkiye değil Avrupa’da da yankılar yarattı. Yıllarca konuşuldu. Ne var ki sonraki yıllarda Ankara aynı duyarlığı sergilemediği için bu kin anıtları çoğaldı.
Hasan Bey, 1973 yılında Dışişleri’nden ayrılarak CHP’de siyasete girdi. Bursa Mil