Sabahın köründe vapurdan çıkıp Karaköy’ün balçık çamurlu sokaklarından okula yürürken... Gözlerim ister istemez kırık dökük ayakçı meyhanelerine takılırdı. Yüksek taburelere tünemiş ayyaşlar o saatte ayakta sallanarak ucuz şarap yuvarlardı. İnsanlar sabahın köründe neden içer, ayyaşlar o saatte aralarında ne konuşur? 12 yaşında bir çocuk elbet bunları merak eder, ben de merak ederdim. Neydi dertleri?
Yıl 1954... Saint Benoit Lisesi’ne yazdırılmıştım. Orta halli babam gelirinden büyükçe bir parçayı benim Fransız Lisesi’ndeki taksitlerime ayırmıştı. Çünkü ilkokul son sınıftaki öğretmenimiz İzzet Bey benim her soruya parmak kaldırmamdan etkilenmiş, annemi çağırmış, “Bu çocuğu mutlaka kolejde okutun” gibi öğütler vermişti. Babam da hocaya uymuş, bir taksi ile temin edilen aile nafakasının büyükçe kısmını benim taksitime ayırmış, koleje yazdırmıştı.
Okula aynı adı taşıyan kilisenin hemen yanındaki kapıdan girilirdi. Kapının üzerine kazınmış “Ad Maiorem Dei Gloriam” yazısı bizim de aklımıza kazınmıştı. Latince “Tanrının Büyük Zaferi İçin” demekmiş. Dalgacı bir arkadaşım imtihanlardan önce iki elini göğsü üzerinde birleştirir, yukarıdaki cümleyi tekrarlayarak dua ederdi. İşin gırgırındaydık. Okul eski bir manastırdı. Dört tarafı kapalı bina, yüzeydeki Malta taşlarının kararmasıyla iyice kasvetli bir hal almıştı. Yüksek duvarların öte yanında kız okulu vardı. Onların seslerini duyar, yüzlerini hiç görmezdik. Etrafta yaşama sevinci verecek bir şey yoktu.
İlk gün sabah, önce ayakkabı kontrolü yapıldı. Ayakkabılar her daim boyalı olacaktı. Önünde arma bulunan sert kasket kafaya mutlaka takılacaktı. Tırnaklar bakımlı olacaktı. Dersler başladı. Öğrendiğimiz ilk sözcük:
“Bu nedir?”
Fransızcası tahtaya yazıldı:
“Qu’est ce que c’est?”
Bu kadar uzatmaya ne gerek vardı? Anlamadık!
“Çok” nasıl denir: “Beaucoup”
Böyle yazıyor, ‘boku’ okuyorsunuz.
Neden araya boşuna bazı harfler ekleniyor? Gel de merak etme!
Sınıfın yarısı Yahudi, Rum, Ermeni çocuklarıydı. Aile içinde çat pat Fransızca öğrenmişlerdi. Biz yabancıydık, hem okula hem dile hem Batılı kültüre.
İki yıl hazırlık, üç yıl orta, üç yıl lise... Upuzun yıllar serilmişti önümüze. Bazı yıllar bütünlemeye kalır ama güz döneminde sınavları verir geçerdim. 10. sınıfa geldiğimde film koptu. Sınıfta hareketsiz oturmak dehşet sıkıyordu. Teneffüsü zor ediyordum. Derste anlatılanları bir türlü aklımda tutamıyordum. Mösyö Sifrit diye tatsız bir sınıf öğretmeni vardı ki yüzünü görünce insanı kasvet basardı. Edebiyat dersi boyunca Cyrano de Bergerac piyesini okurdu. Piyesin sonunda ağlaması ünlüydü. O bölüme yıl sona doğru gelirmiş. Nihayet o gün de geldi. O sayfayı okurken hazret gözlerinden birkaç damla yaş döktü. Bütün sınıf alkıştan inledi. Bize neydi bunlardan? Çözemedim. Beni ilgilendirmeyen derslerle ilgilenmedim.
Bir gün öğle tatili bitiminde sınıfa girmek yerine sessizce kapıdan çıkıp okulu kırdım. Ertesi gün kimse neredeydin diye sormadı. Baktım soran yok. Yarım gün, tam gün okul kırmalar çoğaldı. Galata Köprüsü’nün altındaki sahaflardan 1 liraya eski bir kitap alır, orada burada okurdum. O zamanlar kolay okunan cep kitapları vardı. Çağlayan Yayınevi Mike Hammer dizisi çıkarırdı mesela. Heyecanlı kitaplardı. Ama favori kitaplarım tabii ki Jack London ve Knut Hamsun idi. Okurken içine girersiniz... Alır sizi Alaska buzullarına, okyanuslara, uçsuz bucaksız hayallere götürürler.
Eğitim ileri miydi? Çocuk psikolojisini Türk okullarından daha iyi mi kavramışlardı? Sanmıyorum. Misal, Rum bir resim hocamız vardı. Zaman zaman aniden tokat atmasıyla ünlüydü. Bir gün kürsünün üzerine geniş yapraklı bir çiçek koydu. Resmini yapacaktık. Yanımda oturan Vahram Elmacıyan çiçeğin yapraklarını toprak rengine, saksıyı yeşile boyadı. Bir biçimde yaratıcılık sayılırdı. Tokatçı resmi görür görmez bir sağ bir sol çaktı Vahram’ın suratına. Doğduğuna pişman etti. Gündüz Delibaş adlı öğrenci o tokat atarken midesine birkaç yumruk çıkarmış, Resimci ona bir daha dokunmamıştı.
Okulun dış dünyayla ilgisi yok denecek kadar azdı. Halk arasındaki adı papaz mektebiydi. Hocaların bazıları papazdı. Ancak kimseye dini telkinde bulunmazlardı.
Çoğu zaman Beyoğlu’na çıkar, İstiklal Caddesi’nde tur atardım. Arada roman okur, akşam da okuldan döner gibi vaktinde eve dönerdim. Kitap alıp vapurla Büyükada’ya gittiğim, akşam döndüğüm olurdu. Bazı derslere takılmıyor değildim. Edebiyat derslerinde beni en çok iki yazar etkiledi: Saint Exupéry ve André Gide. Kötülük görüldüğü yerde ezilmelidir, diyordu Saint Exupéry pilotların hayatını anlatırken. Hata yapanı affederseniz bir daha yapar. Bir makinistin ihmali bir pilotu öldürür. O yüzden hata, anında cezalanmalıdır. André Gide’e gelince... Dünya Nimetleri kitabında verdiği hayat derslerini ömür boyu unutmadım.
Gide, okullarda gereksiz şeyler öğretildiğini sonradan kavramıştı. Öğretilenleri unutmak için Afrika’ya gitmiş, yıllar harcamış, bambaşka dünyaların içine girmişti. Diyordu ki:
“...öğrendiğim her şeyi unutmak için tam üç yıl yolculuk ettim. Ağır oldu, güç oldu bu bilgilerden kurtulmak, ama insanların zorla verdiği bütün bilgilerden daha yararlıydı, gerçek bir eğitim başlangıcı oldu.”
Okuldan kaçmaya devam ettim.
Okulda öğretilen ve beni ilgilendirmeyen şeylere boş verip okul dışında var olan hayatın peşine düştüm. Sokak kültürü, Beyoğlu kültürü, özgürlük, vs...
“Sapkınların (yoldan çıkmışların) en sapkınıydım” diyordu Gide, “sapa kanılar çekti beni...”
Beni de öyle.
Lisede iki yıl kaybettim.
Ama okuldan kaçtığım yılları kayıp saymadım. O süreçte sanırım daha çok şey öğrendim.
Mösyö Marcoul adlı hocamız kara tahtanın kenarına bir not düşmüş, silinmesini yasaklamıştı:
“Le temps passe, un temps précieux.”
Yani: “Zaman geçiyor, çok değerli bir zaman.”
Geçti gitti nice zamanlar...