Ne kadar çoklar değil mi? Londra’da pek çok mekân dekorasyon olarak evinizdeymiş gibi hissi vermek üzere dekore edilmiş. Restoranlar, barlar, kulüpler, ofisler... E İstanbul’umuz da bir dünya şehri olarak bu tür mekânlara yıllardır ev sahipliği yapıyor. Konsepte yabancı değiliz.
Geçenlerde bir dostum iş için Cambridge’e gitti ve kaldığı oteli anlatınca artık otellerin de “ev gibi” olmaya başladıklarını fark ettik. Alt katı bir pizzacı. Pizzacıdan girince lobi arıyorsunuz ama yok. (İnsan pizzacıda neden lobi arasın değil mi?) Üniformamsı bir kıyafet giydiğini (bordo renkli tişört) hayal meyal fark ettiğiniz biri elindeki akıllı telefonla gelip adınızı soyadınızı alıyor. Online check in işleminizi yapıyor. İşte hepsi bu. Şimdi şu arkadaki asansörden üst kata çıkıp odanıza yerleşebilirsiniz. İşte ev gibi hissi veren bir pizza restoranının içinden geçilerek çıkılan ev hissi veren bir otel. Otel hissi veren otellere ne oldu?
Ev hissi veren bir kafelerin yaygınlaşması sanırım 2000’lerin başına uzanıyor. Bunu zaten biliyoruz. Restoranların,
173 yıl önce demiryolu bakım ünitesi olarak inşa edildi. Bugün şehrin en ünlü konser salonlarından biri. Son 60 yılda Pink Floyd’dan, David Bowie’ye, The Doors’dan, The Rolling Stones’a, Led Zeppelin’e burada konser vermemiş grup yok gibiLondra’nın kuzeyindeki en ilginç konser salonlarından biri Roundhouse. 1700 kişi kapasiteli bir kültür merkezi teknik olarak, ama fazlası var. Bina kendine has karaktere sahip değerli bir konser salonu. AKM’nin yıkılmasının, Asmalımescit’teki Babylon’un kapanmasının, Emek’in AVM yapılmasının ve benzeri pek çok eski ve karakterli salonu çeşitli nedenlerden kaybetmemizin ardından bu tip mekanlara girmek bana önce büyük bir keyif ardından da elimde olmadan üzüntü veriyor. İnce bir sızı diyelim; keyif kaçırmayan ama orada öylece duran bir sinsi sızı. Kalbimiz kırık çünkü.
1847’de inşa edilmiş Roundhouse aslında İngiliz demiyolları işletmesinin bu bölgedeki lokomotif tamir ve bakım ünitesinin bir parçası. Chalk Farm olarak bilinen bu bölge bugün de
Şu günlerde Londra’da bu soru “Mars’ta ne yiyeceğiz?” sorusundan daha fazla tartışılıyor. Design Museum’da açılan “Moving to Mars (Mars’a Taşınmak) adlı sergi dolayısıyla gündeme gelen konulardan biri bu. Ama aslında giyim kuşamın yeme içmeye galip gelmesi yeni bir konu değil. Eğer sizin için “life style” önemliyse, sağlık, beslenme ve tüm diğer konular hep ikinci planda kalıyor. Kuru ekmek ve suya talim edip “o ayakkabı”yı giymek modern çağlardan günümüzün postmodern ultra teknolojik dijital/bilişim toplumuna pek de değişmiş bir davranış türü değil. Yarın Mars’ta da anlaşılan aynısı olacak gibi duruyor. E insan aynı insan, neden Mars’ta farklı olsun ki?
“Mars’a Taşınmak” sergisinin ana cümlesi “Mars’a gitmeden sizi Mars’a götürüyoruz” olarak belirlenmiş. Bence de Mars’a gitmenin en güzel yolu bu. Mars fantezileri yapanlara en iyi teknolojiyle 8 ayda varılacak, soluyacak bir atmosferi olmayan, artı 80, eksi 140 derece arası sıcaklıklara sahip bir kızıl
İran’ın yerel müzik stream uygulaması, albüm kapaklarındaki kadınları photoshop’la yok etmiş. Kadınların sesleri var, kendileri yokTeknoloji harika bir şey ama işte nasıl kullandığınıza bağlı. Teknoloji sayesinde dünyanın neresinde olursanız olun müzik stream edebiliyorsunuz ama teknoloji aynı zamanda albüm kapaklarında kadınları ortadan kaldırmaya da yarıyor. Photoshop’u bulanlar pişman mıdır acaba? Veya Photoshop’a yeni bir sürümde kadınları albüm kapaklarından silmeme eklentisi konabilir mi?
Haberi okuduğumda inanmadım ve internette gezen pek çok sahte haberden biri sandım. Hatta bu kadar da olmaz artık bu sahte haberlerin yarattığı kirlilik gerçeklerin önüne geçiyor falan diye de bugün her üç kişiden birinin ezbere tekrarladığı cümleleri saydırdım durdum sayfa açılana kadar. Ama siteye girdim, inceledim ve yıkıldım. Haber doğru.
Fitzcarraldo Editions’ın kitaplarını yurt dışındaki kitapçılarda zaman harcamaya meraklı olanlar belki fark etmiştir. Kurgu eserler için lacivert, diğerleri için beyaz kapaklı sade tasarıma sahip eserler var kataloglarında. Toplamda 30 yazara sahip bu butik yayıncının kitapları pek çok cafcaflı kitap arasında hemen fark ediliyor. Olga Tokarczuk’un “Flights”ını ilk böyle fark etmiştim. Varşova’da yaşarken çağdaş Polonyalı yazarlara merak sarmıştım. O dönem Man Booker ödülü kazanan Tokarczuk, okunması gereken yazarlar listemin başındaydı. Ama İngilizce versiyonunu bulamıyordum ve Kindle’la aram pek iyi değildi. Varşova’da İngilizce kitap bulmak hayli zor olduğundan bir hafta sonu seyahati sırasında Berlin’deki Dussmann’da görünce hemen atlamıştım üzerine. Fitzcarraldo yayınevini bu ilk fark edişimdi. Lacivert kapaklı kitaplar daha sonra belki de algıda seçicilik- hep ilgimi çekti.Fitzcarraldo Editions’ın kitaplarını yurt dışındaki kitapçılarda zaman harcamaya meraklı olanlar belki fark etmiştir. Kurgu eserler için
“Kimler Geldi Kimler Geçti” adlı iki volümlük derleme albüm, Fikret Şeneş’in sözlerini yazdığı klasikleşmiş şarkıları güncelleme iddiasında
Fikret Şeneş’in sözlerini yazdığı şarkıları bir araya getiren iki volümlük yeni albüm “Kimler Geldi, Kimler Geçti” açıkçası şarkıların azar azar, damla damla internete verildiği günümüz dünyasında üzerimize kovayla şarkı boşaltılmış izlenimi verdi.
Albüm yayınlanmayan bir dünyadayız artık alışık değiliz böyle şeylere, hangi birini dinleyeceğimizi şaşırdık. Bari iki volümlük albümün ikinci volümünü biraz bekletip verseydiniz piyasaya diye düşünmeden edemiyor insan.
Albüm doğası gereği zengin, ancak yine doğası gereği dağınık. Sezen Aksu da var, Evrencan Gündüz de, Manga da var, Nalan da. Türler farklı, düzenlemeler farklı, yorumlar farklı. Açıkçası bu kadar çok bilinen ve bu kadar güzel şarkılar bir arada insanı heyecanlandırıyor. Ama çok da havaya girmeyin. Düzenlemeler yer yer sallanmakta.
Glastonbury Festivali gelecek haziranda 50’nci yılını kutlayacak. Geçen pazar bu kutlamaların da hayaliyle tam 2.4 milyon müziksever bilgisayarlarının başına oturdu ve saat tam 09.00’daki online satışın başlamasını bekledi. Ekranlar ha bire refresh edilmek suretiyle “Bilet alımınız onaylanmıştır, tebrikler” yazısının çıkması beklendi. 135 bin biletin tükenmesi sadece 34 dakika sürmüş. Ama bu bir rekor değil. Daha önce 12 dakikada biten yıllar da var. Bir sonraki ara satış nisanda olacakmış. Şimdiden bilet satın alma yarışına katılmak için kaydolmak gerekiyor. Artık kısmetse bu kadar çabaya bir bilet alıyorsunuz.
Glastonbury İngiltere’deki en büyük müzik festivali. Ama mesele müzik değil. Bu, özgürlük fikri çevresinde gelişen bir kültürel fenomen. Benim ilgimi çeken bunlar değil ama. Biletlerin anında bitmesi. Bir yıl sonraki bir festivale bilet almaya çalışan 2.4 milyon insanın kafasının bizimkinden ne kadar farklı çaıştığını düşünüyorum. Biz böyle bir şeyi asla yapmayız.
Son dakikacılık bizim ruhunuzda var.
Geçen haftanın yenileri arasında rock ve arabesk şarkıları dikkat çekiyor. Arabesk rap’ten bir öneri ve yepyeni bir indie EP de notlarım arasında...Arabesk artık rap’te yaşıyor diyorduk ki işte safkan arabesk çıkageldi. Hasan Karakoyun’un “Yetiş” adlı şarkısı, Londra’da gurbetteyim diye mi bilmiyorum pek bir dinletti kendini bana. Hele arka planda Unkapanı Köprüsü, Eminönü’nün havası burun deliklerimizden içeri girdi. Tok sesiyle Hasan Karakoyun’un yorumu ve orkestranın ustalığı da açıkçası şu ara müzikalitesi zayıf bir sürü şarkı arasında dikkat çekiyor. Yeni çıkanlar arasında tür, tarz ne olursa olsun dikkatle, özenle hazırlanmış işler hakkında bu köşede bilgi vermeyi görev biliyorum. Sen arabesk mi dinliyorsun diye siz sormadan ben yazayım.
Arabesk formatında bir diğer parça Burak Kut’un “Bebeğim” şarkısına yaptığı yorumla Ufuk Yıldırım’dan geldi. Yıldırım’ın “Yaşasın Arabesk” adlı albümüne arabesk severler bir göz atabilir. Yıldırım arabeski