Ne kadar çoklar değil mi? Londra’da pek çok mekân dekorasyon olarak evinizdeymiş gibi hissi vermek üzere dekore edilmiş. Restoranlar, barlar, kulüpler, ofisler... E İstanbul’umuz da bir dünya şehri olarak bu tür mekânlara yıllardır ev sahipliği yapıyor. Konsepte yabancı değiliz.
Geçenlerde bir dostum iş için Cambridge’e gitti ve kaldığı oteli anlatınca artık otellerin de “ev gibi” olmaya başladıklarını fark ettik. Alt katı bir pizzacı. Pizzacıdan girince lobi arıyorsunuz ama yok. (İnsan pizzacıda neden lobi arasın değil mi?) Üniformamsı bir kıyafet giydiğini (bordo renkli tişört) hayal meyal fark ettiğiniz biri elindeki akıllı telefonla gelip adınızı soyadınızı alıyor. Online check in işleminizi yapıyor. İşte hepsi bu. Şimdi şu arkadaki asansörden üst kata çıkıp odanıza yerleşebilirsiniz. İşte ev gibi hissi veren bir pizza restoranının içinden geçilerek çıkılan ev hissi veren bir otel. Otel hissi veren otellere ne oldu?
Ev hissi veren bir kafelerin yaygınlaşması sanırım 2000’lerin başına uzanıyor. Bunu zaten biliyoruz. Restoranların, barların, lüks kulüplerin, kokteyl barların da bu şekilde bir kavramsal yapıya kavuşmasını neye borçluyuz ve bu görece yeni durumu neye bağlamalıyız doğrusu pek çok yorum yapılabilir. Bugün pek çok iş yeri de “evinizdeymiş hissi” kartını oynayarak çalışanlarını memnun etmeye çalışıyor.
Biraz Umberto Eco’culuk oynamaktan zarar gelmez diye düşünüyorum.
Mesela evinizdeymiş hissi veren yerleri biraz inceleyelim. Pardon ama kaçımızın evinde varaklı dev ayna, babaanne koltukları, dev gibi 30 kişilik masalar, bu masaya uygun olarak özenle seçilmiş tasarım sandalye çeşitleri, rustik Fransız ya da İngiliz kır evi görünümü veren büfeler, sehpalar var? Kaçımızın evinde yerleri dev Türk ve İran halıları süslüyor? Kaçımızın evinin salonunda rabıta tahtalar döşeli?
Gerçek hayatlarımızda küçücük salonlarımızdaki Ikea çekyatlara uzanıp televizyonu zaplamak dışında bir şey yapıyor muyuz? Gerçek kesit evinden biraz hallice evlerdeyiz çoğumuz bu pahalılıkta. Yani bu “evinizdeymiş hissi” konseptinde mevzubahis edilen ev, bizim yani sıradan vatandaşın evlerinden değil. Peki, bu kimin evi?
Zengin, zevkli, kültürlü ve görgülü birilerinin evi olmalı. Bizden daha iyi şartlarda yaşadıkları kesin olan birilerinin evi burası. Yani “evimiz gibi” bir yere değil asında “başkasının evi” gibi bir yere gidip evimizdeymiş gibi hissediyoruz. Burası bizim evimiz olsa ne güzel olurdu gibi bir his geliyor sanırım ve o sırada hesap da geliyor. Yeme içmeye değil bu hayale paramızı ödediğimizi fark etmesek de bilinç altımızda biliyoruz. Evimizden biraz olsun kurtulmak için kendimizi evimiz gibi olmayan bir “evinizdeymiş hissi veren” mekâna atıyoruz.
Ev gibi yerlerdeki “ev hissi”nin temelinde “Friends”deki -ya da “How I Met Your Mother”daki- mahalle barı mı var acaba? Seinfeld’deki kafe olamaz, çünkü oradaki ev hissi değil kafe hissi veren gerçek bir kafeydi. Evimiz gibi değil köşedeki kafe gibiydi. Evimiz gibi mekânlara gittiğimizde bir tür misafirliğe gelinmiş hissi de oluşuyor. Bu his dolayısıyla “Bir dakika! Bu kokteyl tam olmamış” diyemiyorsunuz. Ya da “Kahvem buz gibi geldi, çayım demsiz” demek kabalık oluyor. Sizi zaten evlerine davet etmiş ve eviniz gibi hissettiren bu mekândaki ev sahiplerine saygısızlık etmek istemezsiniz. Bu tür huylarınız, rahatsızlıklarınız varsa törpülüyorsunuz. Bu da tabii ev sahipleri için konforlu olsa gerek.
Londra’daki “evimiz gibi” yerlere insanlar başkalarıyla tanışmak için gidiyor. Bu konseptin en önemli açısı bu. Ancak bu dekor evdeki dekor parti ortamları da ne kadar inandırıcı? Ev hissi ortamlarında parti yapmanın zevkini elbette biliyorum ama evde değil “ev hissi” veren bir mekândaki arkadaşınızmış hissi vermeye çalışan yabancılarla iletişim kurmak aynı şey mi?
İnsanların gerçekten evleri gibi bir his veren yerlere gidip gitmeyeceğini de ben çok merak ediyorum. Mesela gerçekten ama gerçekten evinizdeymiş hissi verecek, içinde bir sürü dip dibe istiflenmiş çekyat, diz sıkıştıran dev lak sehpalar, ortalıkta bolca kablo, beyaz floresan lambalar ve koltuklara doğru çevrilmiş eğreti bir büyük ekran televizyon duran gerçek bir ev/kafe açılabilir mi? Bu kafenin girişinde pijama/eşofman altı dağıtılıp çekyatlara uzanarak kanalları zaplamak ya da çekirdek çay eşliğinde dizi izlemek mümkün olabilir mi? Siz bunu yaparken arada evin hanımı gibi giyinmiş teyzelerin kokteyl dağıttığı, ekşi maya ekmeğine kurutulmuş domatesli avokadolu sandviçlerin verildiği, camlı büfenin çıkıntısında duran üzerine dantel örtülmüş espresso makinesinden soya sütlü flat white verilen türde bir “ev hissi” deneyiminden söz ediyorum.
Ev gibi evler, kafe gibi kafeler, otel gibi oteller, restoran gibi restoranlar, ofis gibi ofislerin bir gün yeniden moda olacağına, “geri geleceğine” inanıyorum ben.