Başlığı okuyup hah bir bu eksikti demeyin, şu alıntıyı şuraya koyayım önce: “Plak beraberinde başka cihazlar ve alışverişler gerektiriyor. Pikap, iğne, iyi bir kafa, amplifikatör, ses sistemi... Bunun da ötesinde meraklısına plakları istifleyecek raflar, odalar, yani plak mobilyaları... Bambaşka bir pazardan ve müziksever kitlesinden söz ediyoruz. Bütün bu ekonominin odağında plak var. Ancak plak basan yer sınırlı. Ve bu yüzden de plak fabrikaları bugün değerli.”
Bu satırları 30 Nisan’da yazmıştım: “Değerli bir yatırım: Plak fabrikası” başlıklı yazı.
Plak basımı 90’larda sektörü CD’ler ele geçirince bitti. Plak fabrikaları kapandı, binalar satıldı, başka işletmelere dönüştü. Büyük müzik firmaları plak basım tesislerini tasfiye etti. Bir ekonomik gereklilikti o dönem için ve insanlar plağın geri döneceğini bilmiyorlardı. Tahmin bile etmiyorlardı. Bugün her dakika bir plak haberi müzik basınının gündeminde.
Basım süreci kısalıyor
Eskiden kalan teknolojiyle plak basan tesisler yeniden canlandırıldı ancak talep karşılanamıyor. 2017 sonuna kadar 1 milyar dolar değerinde 40 milyon yeni basım plak satılması bekleniyor Forbes’da ocak ayında yayımlanan rapora göre. Ve eski makineler yavaş.
Öncelikle taksici muhabbetini geri püskürtmek için bize geçerli bir neden veren sayın yetkililere teşekkür ediyoruz.
Mecbur kalmadıkça binmediğimiz, ter kokulu, pis, bakımsız, yazın sıcak kışın soğuk, tangır tangur hart hurt kullanılan, hayvanların, insanların, bisiklet ve motorların üzerine üzerine sürülen, istemediği yere gitmeyen, gitse de surat asan, hiçbir zaman denetlenmeyen, verdiği (yani vermediği) hizmet karşılığında aldığı parayı en az hak eden İstanbul taksilerinin içinde olmamak için her yolu deniyoruz zaten. Büyük İstanbul uygarlığı izin verdiği sürece.
Ama mecbur kalınca ve o uğursuz sarı kapıyı açıp içeri girince bunlardan da beteri nedir biliyor musunuz? Taksici sohbeti dinlemek.
Zihni 7/24 komplolarla dolu, her şeyi, her konuyu kesinlikle bilen, ekonomiden de siyasetten de bilimden de aynı derecede ve herkesten çok anlayan, insanlığın halen çözemediği bir sürü meseleyi sırf bütün gün araba kullandığı için çoktan çözdüğünü düşünen bu zatı muhteremlerin, birikimlerini birkaç dakikalık bir yolculukta dahi üzerinize kusmasından daha fena bir şey yok bu şehirde. Belki Taksim Meydanı. Yok yok bu daha kötü.
Şimdi bu taksilerde güvenliğimiz için 7/24 kayıt yapılacak. 7/24
Seçim atmosferine girdik” dedi masanın diğer ucundaki adam. Sessizlik oldu. “hiç çıkmadık ki” dedi yanındaki çayını karıştırırken. Diğerleri ne evet diyebildiler ne de hayır. Sadece televizyona bakmaya devam ettiler. Güneyde bir sahil kasabasındaki kahvede Maltepe’deki miting dikkatle seyrediliyor. Çünkü bütün haber kanalları gösteriyor. Yoldan geçen iki tane köylü abladan biri ekrandaki kalabalığa bakarak soruyor: “Şimdi iyi mi olacak?” Ne kadar net, ama ne kadar zor bir soru.
Seçim yoksa, gündem de yok. Seçim yoksa heyecan da yok. Seçim yoksa ekmek de yok. Ne kadar seçim o kadar köfte. Ayağını “oy”una göre uzat. Sakla sandığı gelir zamanı. Ya seç ya terk et. Gibi cümleler geçti aklımdan. Halimizi anlatmaya girişsek acaba bunlar işe yarar mı?
Hayır “senin seçimlerle ne derdin var, işte sandık, işte demokrasi, hodri meydan bunun nesi kötü” dediğinizi duyar gibiyim. Zaten bu sesi hep duyuyoruz. Habire bu sesi duyduk. Bu ses milletçe kulaklarımızdan hiç gitmiyor ki. Biz seçimlere alıştık. Seçimsiz yaşayamayız. Seçim sürecinde olmayan bir hayat nasıl hatırlamıyorum ben. Hayat, seçimlere gidilen süreçte yaşadıklarımızdır.
Bu sıcaklarda, hele hele ülkede imkanı olan herkes tatilde kendini
Tatil çantası dediysek, sanal bir tatil çantasına atılan hayali CD’lerden bahsediyoruz. Zira artık hiçbirimiz yanımızda telefondan başka bir şey taşımıyoruz demiştik dün. Devam edelim o halde.
“Abysmal Thoughts” - Drums: Drums’ın müziğinde çok büyük bir coşku ve yaşam enerjisi, sözlerinde insanı ansızın sersemleten bir keder var. Bu kadar neşeli melodiler, zıp zıp ritimler, bu denli şahane bas yürüyüşleri ve yumuşak vokaller. Ama taşa çarpar gibi, kafanızı bir sözcüğe çarpabiliyorsunuz. Bu grubun ilk single’ı “Best Friend” şöyle başlıyordu: “En iyi arkadaşımdın ama öldün.” Bilmem anlatabiliyor muyum... Cümlenin ilk yarısında coşup ikincisinde bir keder tokadı yenebiliyor. Ben Drums’ta bu ikiliği her zaman algılıyorum ve onların 80’ler pop anlayışı üzerine bina ettikleri bu müziğe bayılıyorum. Bu keder / neşe zikzakını da açıkçası heyecan verici buluyorum. Yeni albüm “Abysmal Thoughts” adını Nietzsche’den mi almış yoksa başka bir edebi göndermesi mi var açıkçası tatilde bunlara kafa yoramam.
Mutlaka dinleyin: “Blood Under My Belt”.
Şansınızı deneyin
“B-Sides and Rarities” - Beach House: Tatil demek dinlenmek demek ya. İşte bu albümü dinlenmek için yanımda taşıyorum bu yaz. Beach
Bu kalıba bayılırım: “Tatil çantanızda olması gereken albümler.” Eskiden “arabanın torpido gözünde bulunması gereken albümler” listesi yapmışlığım vardır. Bagajdaki beşli CD çalarda bütün yaz durması gereken albümler listesi de yapmış, beş albüme indirmekte zorlanmıştım. Beşli CD çalar nedir diye sorabilirsiniz. Bilenler bilmeyenlere anlatır.
Buradaki ana fikir şudur: “Bütün albümleri yanına alamazsın, bazılarını seçmen lazım ama hangileri?” Bütün mesele kendine böyle yoktan bir sorun yaratıp tatlı tatlı çözmeye girişmekte. Ve elbette pek çok tatlı tatlı yaptığımız şey gibi bu da teknolojiyle tarih oldu. Şimdi tatlı tatlı telefona bakıyoruz.
Zira şimdi yanımıza cep telefonunu almak yeterli. Ki zaten yanımızda. Dolayısıyla hiçbir şey yapmıyoruz. Bu konuda düşünmüyoruz bile. Aklımıza gelince kafayı eğip bir iki tuşa basıyoruz.
Bir kamu hizmeti
“Issız adaya düşsen yanına aldığın üç albüm hangisi olurdu?” sorusu gibi, “Tatilde yanına hangi albümleri alırdın?” sorusu da, mesela kızım Leyla için ileride muhtemelen pek anlamsız olacak. Bütün ıssız adalara imar verileceği, internet uzaydan bütün dünyaya yayılacağı için...
Şimdi ben bu yazının spotunda tatil çantası, albüm, yanımıza albüm almak
Bir şey, bir “yenilik”, bir toplumsal fenomen, bir “değişim”, basında yer almaya, haberleri yapılmaya, sağda solda yazılıp çizilmeye başladığında çoktan olup bitmiştir. Marjinal olan çoktan ana akım olmuş, “yeni” olan çoktan “geleneksel”e gelip dayanmıştır. Başlamıştır, gelişmiştir artık en yüksek noktasına gelmiştir, artık her yerde görülür olmaya başlamıştır, işte basında ancak o zaman yer alır haber olur. Bu saptamayı aklımızda tutalım, genişçe bir parantez açalım.
Hafta sonu Hürriyet’te bir Beyoğlu derlemesi vardı. Güzel bir çalışmaydı. Uzun uzun anlatarak tekrara düşmek yerine ilgimi çeken bölümüne değineyim. Kimi “ah eski Beyoğlu” diyor, kendi anılarını anlatıyor, kimi “zaten eskiden de berbattı” demeye getiriyor. İşte ben en çok bu ifadeye dikkat çekmek isterim. Anahtar orada. “Eskiden de berbattı”, aslında Beyoğlu’nun gerçek karakterinin izlerini bulduğumuz ifadedir. Beyoğlu berbattır çünkü herkese göre değildir. 1900’lerin başında lüks genelevleri ve kumarhaneleriyle ünlüydü.
O zaman da berbat diyorlardı. 50’lerde pavyonlar, 60’larda biraz daha Batı ektisinde pavyon kulüpler, 70’lerde arabesk mekanlar, 80’ler ve 90’larda rock barlarla hep “berbat” bir yerdi. Beyoğlu
James, Rapture, The Magic Numbers, Nouvelle Vague, Beirut, Groove Armada, Kelis, Juliette and the Licks, The Rakes, Marilyn Manson, The Long Blondes, The Horrors, Peter Björn and John, Joan as a Police Woman, Cocorosie, Ellen Allien & Apparat, Jamie Lidell, Duman, Replikas, Fuat, Sakin, Rashit, DDR, Dandadadan, Bedük, Gevende, Baba Zula, Ars Longa, Kafabindünya... Bunların dışında 50 kadar da yerli ve yabancı DJ seti var ki saysam sayfalara, sütunlara sığmam.
Bu nedir derseniz, bu yıl Türkiye’ye gelecek yabancı isimler listesi veya son yıllarda yurdumuzda konser vermiş yerli ve yabancı gruplar listesi değil. Bunların tamamı bir festivale sığmıştı ve bu festivalin yapıldığı sene bunun gibi kalabalık kadrolara sahip festivaller yapılabiliyordu. 2007’de Kilyos sahilinde, 29 Haziran-2 Temmuz tarihlerinde dört gün boyunca gündüzleri denize girip, dalgalarda tepinip (deve güreşi bile yapmıştık) öğleden sonra itibarıyla ertesi sabaha kadar konserlerde coştuğumuz Radar Live’dan bahsediyorum.
Biz değiştik, Türkiye de
10 yıl olmuş. 10 koca ve uzun yıl geçmiş. O gün muhabir olanlar bugün yayın yönetmeni oldu, beyaz yaka dünyasına stajyerlikle adım atanlar artık müdür seviyesine geldi.
Genç, açık fikirli, barış yanlısı, mevcut düzeni ve yönetimi sorgulayan genç kitlenin oyunu alarak partisine büyük bir sıçrama yaşattı. Yorumlara bakılırsa, siyasetten memnun olmayan, siyasetle ilgilenmeyen genç kesimi siyasete dahil etti. Bunu yaparak oy oranını yükseltti.
Partisi 13 milyon oy aldı. Çoğu çalışan sınıf gençler ve genç yetişkinler. 35 yaş altı çalışan orta sınıfın yüzde 52’si ona oy verdi. Gelir seviyesi en düşük genç kesimin yüzde 70’inin oyunu aldı. Nasıl yaptı bunu?
“Savaşa ve bombalara inanmıyorum” dedi. Seksizm, ırkçılık, homofobi, yoksulluk konularına vurgu yaptı ve haklı sorular sordu. Sosyalizm, sosyal devlet gibi ifadelerin içinde geçtiği cümleler kurdu ki, genel olarak bunları söyleyeni hiçbir memlekette sevmezler. Orada da sevmiyorlar.
Teşekkür etmek istedi
Orası İngiltere. Bu kişi İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn. Geçen hafta dünyanın en büyük açık hava müzik festivallerinden biri olan Glastonbury’nin ana sahnesinde konuştu ve kadrajımıza girdi.
Festivali 1970’ten bu yana kendi arazisinde düzenleyen çiftçi Michael Eavis davet etmişti kendisini. Coşkuyla karşılandı. Sanki 70’lerdeki özgürlük hareketi yeniden yaşanıyordu. Acaba müzik ve gençlik kültürü