Türkiye’ninki bir savunma sorunu değil. Rakip yerleşik, organize akınlarını yaparken pozisyon almada herkesin yaşadığı sıkıntıların çok ötesinde bir sıkıntı yaşamıyoruz.
Bizimki aslında bir topla oynayabilme sorunu. Savunmadan topu oyuna sokarken iki yönlü bir sorun yaşıyoruz. Önce tabii ki pası atanın zamanlama sorunu önemli. Ancak daha önemli sorun açığa çıkan oyuncu sayısının azlığı.
Topu rakipten aldığımız zaman, hedefe ulaşmış, sanki gol atmış bir takımın ruh haline bürünüyoruz. Yayılmıyoruz, hücum pozisyonuna çok ağır geçiyoruz. Burada rakibin baskısına bile gerek olmadan top kayıpları yapabiliyoruz böylece.
En teknik dediğimiz oyuncu bile savunma topu oyuna sokarken pozisyon almada, hücum setine dönüşte sorun yaşıyor. Bizim sorunumuz topa hükmedebilmek ve oyunu açabilmek. Yani aslında bizim sorunumuz teknikle ilgili. Marco’suz bu kadar çıplak oluşumuzun sebebi bu. Pazar akşamı oynadığımız maçta Gökhan ve Emre Aşık’a yapılan eleştirileri bu açıdan çok haklı bulmuyorum. Tabii ki bu
Belirli bir fiziki ilerlemeden, zaman zaman uygulanan organizasyonlardan bahsedebiliriz. Ancak Fatih Terim’in yedek kulübesinde şikayetçi olduğu konuda herhalde iyileşme sağlayamadık. Savunmada topu oyuna sokarken hücum pozisyonunu almakta, bir takım olarak hareket etmekte zorluk çekiyoruz.
Bu problemi sadece savunma oyuncularının pas hataları olarak algılamamak lazım. Takımın geri kalanının oyuna yayılışı ya da hareketlenmesi o kadar aksak ve eksik kalıyor ki, topu oyuna sokacak olanlar seçenek bulmakta çok zorlanıyor. Temel sıkıntımız bu...
Çek Cumhuriyeti ve Portekizlilerle, bu tip bir organizasyonsuzlukla mücadele etmek çok zor olur. Terim’in oyuncularına verdiği, “Yerden ve ayağa oynayın, pas yapın” talimatı güzel bir oyunu amaçlasa da, bizim çok alıştığımız bir futbol değil. Terim zor yolu tercih ediyor, sadece kazanmak değil, iyi oynamak istiyor. Bunun için daha katedilecek çok yolumuz var. Nokta santrforlu (Pivot) bir oyundan bu kadar çabuk kopmak ve bu seviyede bu oyunu oturtmak kolay olmayacak.
İşin iyi yönüne gelince; özellikle
Fatih Terim’in maaşı 1 milyon dolar etmiyor. 4 büyüğün hocalarının maaşından az. Bazısınınkinin yarısı kadar. Misal; Fenerbahçe, Scolari’yle imzalarsa, Brezilyalı en iyi ihtimalle Terim’in 4 katı kazanacak. Luce için de aynı durum söz konusu.
Terim’i kendisiyle karşılaştıralım. Şu anda 96’da Galatasaray’da göreve başladığından bu yana aldığı en düşük maaşla çalışıyor. Milan’da kazandığının yarısından çok daha az.
Bir önceki hocaya bakalım. Ersun Yanal şu anda Trabzonspor’da milli takımda kazandığının 2 katına yakın alıyor. Terim’in de Yanal’ın da bu kadar düşük maaşla çalışmalarının sebebi Türk olmaları. Bu görevle ilgili bir pazarlık yapmamaları.
Scolari’yi bu göreve getirsek TFF’nin kasasından çıkacak para yine şu ankinden çok daha yüksek olacak. Rakamı söylemekte sakınca yok. Bu rakam en iyi ihtimalle iki buçuk milyon euro’dur. Vasat ve üstü hangi yabancı hocayı Türk Milli Takımı’nın başına getirmeye kalksak Terim’den fazla para ister. Peki
Beklendiğinden iyi bir fizik güç ve iyi bir organizasyon vardı. Birbiriyle oynamaya alışmamış bir kadro sahaya sürülmesine rağmen, Terim’in öğrencileri hiç de yabana atılmayacak bir kadroyla sahaya çıkan Slovakya karşısında etkili bir oyun oynamayı başardılar.
İlk yarıda eksik olan, savunmadan çıkarken kaptırdığımız topların hemen kalemize yönelmesiydi. Slovakya ayarında bu, net pozisyonlar yaratmadı ama rakip Portekiz olduğunda sonuç acı olabilir. Yine de savunmanın birbiriyle oynamaya alışmamış oyunculardan kurulu olduğunu, Gökhan Zan’ın uzun tedaviden yeni çıktığını unutmamak gerekir.
İlk yarı için söylenebilecek bir diğer nokta ise, Mehmet Topal-Marco ikilisinden hangisinin önde, hangisinin arkada oynayacağının pek belli olmamasından doğan kademe problemiydi. Semih’in gol vuruşlarındaki eksikliği dışında çok iyi bir pivot performansı sergilediğini de söylemeli.
İkinci yarıda özellikle Emre ve Gökdeniz’in oyuna girişiyle hücum yönünde daha dengeli, daha etkili ve baskılı olabildik. Marco’nun görevi tam olarak
Terim’le Habertürk’te Basın Kulübü’nde yaptığımız TV röportajını seyretmiş veya konuşulanları gazetede okumuşsunuzdur.
Buradan çıkanların üzerinde duralım biraz. Ne oynayacağız? Ve nasıl?
İyileşirse Volkan’la sahada olacağız. Ve önemlisi 4-3-3 oynayacağız. Terim’in ülke çapında oyuncu arayan yardımcılarına verdiği direktiflerde topla hızlı, dikine ve yerden oynayabilen forvet oyuncuları bulma talimatını verdiğini de biliyoruz. Güçlü oyuncular aranıyor. Türkiye’nin Ronaldo’sunu, Drogba’sını arıyorlar yani. Allah kolaylık versin.
Toplanan kadroyu da bu bilgiler çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor. Mevlüt, Nihat, Gökdeniz, Tuncay, Kazım, Arda... Bu tip bir oyunun parçası olabilecek oyuncular. Dışarıda kalanlardan Ümit Karan da bu tip oyunu oynayabilen üstüne bu yıl kendisini, oldukça aşmış bir yıldız. Umarım onu aramayız.
Terim’in ‘4-3-3 oynayacağız’ ve ‘Nihat’ı tek santrfor oynatmam’ açıklamalarını bir araya getirdiğinizde, sanırım Semih veya Halil’in işin
Önümüzdeki sahnede çocukluğum, gençliğim dizilmiş. Türkan Şoray, Perihan Savaş, Tarık Akan, Kadir İnanır, Muazzez Abacı, Müjde Ar, Erol Evgin, Nükhet Duru, İbrahim Tatlıses, Emel Sayın...
Altın Kelebek 35. Yıl Onur Ödülü’ne hak görülmüşler. Gelemeyenler de var. Ama adları anons edilmiş, aslında oradalar yani... Sezen Aksu, Ajda Pekkan gibi ikonlar.
Birer birer sahneye çağrılmışlar. Ülkenin sineması, müziği, ortak belleği, ortak vicdanı, ortak yüreği, kültürü önümüzde ayakta. Tevazuuyla dizilmişler, ayakta selamlıyorlar bizi. Biz de tarihi...
Bu sahneye bakarken her yazıda, her televizyon programında işimi yaparken hissettiklerimi hissediyorum. Beğen ya da beğenme onlar tarihin ta kendisi. Bize dokunmuşlar, belki bize şekil vermişler. Birbirinden habersiz milyonlar, bambaşka yerlerde onları izlerken aynı şeyi hissetmiş, sevinmiş, ağlamış. Biz bizsek onların da payı var. Sahne böyle dolu...
Benim yaptığım iş eleştirmek. 30 yıl sonra, 100 yıl sonra onlar hatırlanan olacak, aynı futbol yıldızları gibi. Metin Oktay gibi, Can Bartu gibi, Lefter
Bu şampiyonluğu Galatasaray’a kimse hediye etmedi. Fenerbahçe işi çok ciddiye almadığı için Galatasaray şampiyon olmuş da değil. Çünkü şampiyonluk alınır, verilmez.
Geçen yıl 70 puanla şampiyon olan Fenerbahçe bu yıl üzerine 3 puan koymuşken bunları söylemek en azından Galatasaraylı futbolcuların emeklerine, futbolculuklarına ayıp etmektir.
Geçen yıl ligin ikincisi Beşiktaş 61 puan toplamıştı. Bu yıl ligin ikincisi olan Fenerbahçe bundan 12 puan fazla topladı.
Geçen yıl ligin üçüncüsü Galatasaray 56 puan toplamıştı. Bu yıl üçüncü Beşiktaş bundan 17 puan fazla topladı.
Geçen yıl ligin dördüncüsü Trabzonspor’un puanı 51’di. Bu yıl Sivasspor bundan tam 22 puan fazla topladı. Böylesine başarılı direkt rakipler arasından bir takım 6 puan farkla çıkıyorsa bu kendi başarısıdır.
Bunu, üstelik son dönemeçte 2 direkt rakibini de yenerek yapıyorsa, burada kazanılmış büyük bir zafer vardır.
Şimdi şampiyonluğun Galatasaray’a hediye edildiği basitliğini bir kenara
Türkiye Kupası Finali’nin tüm gün boyunca en çok seyredilen 7. yayın olması önemli. Bölünmeleri ve haber programlarını çıkarırsak en çok seyredilen 3. program oldu TRT’nin yayını. Az ama öz seyircili Gençlerbirliği ve daha önce bu kupada final görmemiş, böyle bir alışkanlığı olmayan Kayseri’nin oynadığı, hem de penaltılara kalan uzun süreli bu yayını, kimsenin geçemediği Yaprak Dökümü ve Acun’un rekorları alt üst eden yarışması geçti sadece.
Bu tablo bu ülkenin futbolunu düşünen ve bu oyun için endişelenenler için umut vericidir..
Çünkü bugün yayıncılık dünyasında sadece Fenerbahçe, Galatasaray ve Milli Takım’ın izleyici toplayabildiğine dair net bir düşünce var. Öyle ki, büyük kanallarımızdan biri UEFA yarı finalinin yayın haklarını satın alıp sonra maçları yayınlamadı.
Bu tablo ülkedeki futbol yayıncılığı potansiyelini ortaya koyuyor. Ulusal ve uluslararası yıldızları çok, ama çok az olan, kendi statlarını