Acı olan şampiyona başından bu yana oynadığımız en iyi, en çok pozisyonlu futbolu oynayarak kaybetmek oldu.
Sürekli son dakika golleriyle geri dönüşlerle buraya kadar gelen milliler bu kez yine bir geri dönüş yapmayı başardı ama bir son dakika golüyle şampiyonaya veda etti.
Başından beri Alman usulü galibiyetler alan bizdik. Bu kez bu hırs ve yılmazlığın yaratıcılarına teslim olduk.
Basit savunma anlaşmazlıkları, bırakılan basit boşluklar, çok iyi oyunumuzun skoru getirmesine engel oldu.
Mehmet Topal elinden geleni yaptı. Rüştü yine bir lider gibi ayakta durdu. Ancak özellikle bu iki oyuncunun anlaşmazlıkları, yer kayıpları ve hamle yanlışlıkları Almanya’yı galip kıldı. Yoksa Sabri’nin deliciliğinden, Uğur’un inisiyatif almaktan hiç çekinmemesine, Hamit’in oyunu organize edişinden, Semih’in rakip savunma ile boğuşmasına, Gökhan Zan’ın kesiciliğinden, Kazım’ın top tutuşuna kadar yarı finale yakışır bir futbol oynayabildik. 4-2-3-1’imiz sadece yüklenmeler sırasında sadece solunda hafif açıklar verdi. Onun dışında gurur duyabileceğimiz bir
Maçın 88. dakikası içindeydik. Evimizdeydik. Oynadığı son 11 resmi maçta sadece 4 gol yiyen rakibimize karşı bir maçta 4. golü atmayı başarmıştık. Rakip artık dağılmıştı. 3 gündür süren baskı organizasyonu sahadaki presle birleşince durum onlar için içinden çıkılmaz bir hal almıştı.
En azından 5 dakikalık bir uzatmayla birlikte, bir gol için fazlasıyla vakit vardı. Bir gol her şeyi değiştirecekti. Gol bulmak mümkün, hatta kolaydı.
Ama...
88. dakikada attığı golle hat-trick yapan Tuncay bize her şeyin bittiğini söyledi. Tarihin en garip sevincine imza atarak... Bu ülkenin belki de en yılmaz, en kaderini kabul etmez, en isyankâr, en karakterli(lerinden biri) oyuncusu, bir maçta Avrupa’nın en az gol yiyen takımına 3 gol atan yıldız, ‘Kahretsin’ diye bağırarak sağ kolunu şöyle bir salladı. Ve attı havluyu! Maç o an bitmişti. Tuncay bize takımın içinde bulunduğu ruh halini anlatıyordu.
Daha 5 dakika vardı neresinden baksanız ve bu iş olmayacaktı. Olmadı da! Olan sadece maçın sonundaki korkunç rezalet oldu.
Kıvraklık ve yaratıcılık konusunda İspanya rakibine fark atsa da son toplarda yapılan basit hatalar bu üstünlüğü neredeyse sıfırladı. Donadoni’nin Roma ağırlıklı kadrosuna Toni’yi monte ederek kurmaya çalıştığı hücum gücü, oyun stratejisinin biraz fazlaca defansif oluşuyla zorlandı.
Özellikle Pirlo’nun yokluğu oyun akıllarını geriletti. Perrotta’dan bir santrfor arkası çıkarma çabası, onun kanat becerisinden yararlanma olanağını ortadan kaldırmakla kalmadı. Cassano’nun üzerine, - oyuna Camorenesi girene kadar - çok fazla yük bindi.
Özellikle Romanya karşısında çok fazla savunma açığı vermiş olmaları rakibin hücum kıvraklığıyla birleşince Donadoni’nin 5 hatta 6 oyuncuyu sürekli savunmada bırakmasını anlamak mümkün. İtalya zaten böyle klasik İtalya oluyor. Dün İspanya hücumunun son toplardaki hatalarında İtalyan savunmasının özellikle de Zambrotta’nın kendisine gelişinin payı büyüktü.
Aragones’in neredeyse ileride tek başına duran Toni’yi en az üç savunmacı ve
Almanlar için böyle bir şey söylemek ulusal futbol karakterlerine uygun olmamakla birlikte, bir Ballack takımından bahsettiğimiz kesin. Sadece yetenekleriyle değil, en fazla koşan ve en fazla ikili mücadeleye giren bir liderden bahsediyoruz. Şampiyonlar Ligi finali sonrası bir zenginler kulübünde ruhu eksik bir takımda oynamasına rağmen hüngür hüngür ağlayabilen bir oyuncudan. Ballack, Alman Milli Takımı’na karakterini veriyor. Tabii ki başka önemli oyuncuları var. İki Polonya asıllı hücumcudan Podolski skora katkı yaparken, 23 yaşında profesyonel futbola geçen ve başlı başına bir Hollywood senaryosu hayatı yaşayan Klose de hücum organizasyonunu kuruyor.
Ballack’ın yanında Frings oynadığında savunmanın yaşadığı sıkıntılar azalıyor. Metzelder ve Mertesacker büyük takım oyuncuları olsalar da özellikle Metzelder’in bu sezon çok az oynamasından kaynaklanan organizasyon sıkıntıları var. Lahm’ın hem sağ hem de sol kanatta hemen hemen aynı hücum performansını sergiliyor olmasına rağmen, bıraktığı boşluklar Almanya kalesine inmenin en ideal yolu gibi
Rüştü’nün büyük hatasıyla uzatmanın son iki dakikasında geriye düşmüş ve her şey bitmişken buna inanmayanlar vardı. Birçok oyuncumuz yere yatmış mağlubiyetle yıkılmışken başta Hamit, yerdekileri ayağa kaldıran bu oyun daha bitmedi diyenlerin zaferi bu... Bu şampiyonanın tarih boyunca hatırlanacak bir organizasyona dönüşmesi işte bu oyuncuların eseri...
Semih’in attığı gole şu an maç bittikten sonra dahi inanmak zorken buna inanan bir kaç devi kalbimize yazdık. Sahaya 16 kişi çıkabilen, sakatlıklar ve cezalılarla erimiş bu takımı hayatta tutanlara şükran borçluyuz.
Bu şampiyonayı şampiyona yapan ne Hollanda’nın futbolu, ne İspanya’nın yıldızları, ne de başka bir şey... Bu Dünya Kupası’nda üçüncü olmaktan, kupa kaldımaktan, her şeyden daha büyük... Üç Avrupalı’yı böyle geri düşüp böyle Hollywood senaryolarıyla eleyen Türkiye bu şampiyonaya ruhunu verdi. Dünya sadece onları alkışlıyor. Bu oyunun taktiğini anlatmak mümkün değil... Çünkü, mesela böyle
Tur garantili teknik direktör, 61 yaşındaki hemen hemen herşeyi başarmış Hollandalı’nın genç öğrencileri dün gece çok çarpıcı bir oyun oynadılar. Özellikle attıkları iki goldeki beş-altı paslı hücum organizasyonları bizim Çek Cumhuriyeti maçında yaptıklarımız kadar sansasyoneldi.
Özellikle Arshavin’in takıma katılmasıyla iyice olgunlaşan hücumun yanısıra savunmanın sigortası Semak’ın futbolu da üst düzeydeydi. 2-0 sonrası İsveç’in baskı kurma çabalarına en başta o “dur” dedi. Böylece İbrahimovic, Elmander, Larsson’dan oluşan korkutucu hücum hattını Rusya kalesine yaklaşmasını önledi.
Skoru artıracak kontratakları bulmakta da zorluk çekmediler. Ancak golü bulamadılar. Bu oyunda ortaya çıkan İsveç’in isim isim çok değerli, hatta yedek kulübesindeki Kallstrom’u da katarsak korkutucu sayılabilecek hücum hattına rağmen savunmasının ne kadar dengesiz, ağır olduğu ortaya çıktı. Ne Rusya’yı durdurabildiler ne güçlü hücumlarını destekleyecek bir
O unutulmaz Şampiyonlar Ligi Finali’ni İstanbul’da, bugün terk edilmiş bir uzay gemisine benzeyen Olimpiyat Stadı’nda yaşamıştım. Liverpool, seyircisinin müthiş desteğiyle ikinci yarıda tarihin en muhteşem geri dönüşlerinden birini yaşamıştı. Biz de hem hayran kalmıştık tüm dünya gibi hem de biraz hayıflanmıştık. Bizim neredeyse hiç kullanamadığımız, tarihimizin en büyük spor yatırımında efsaneyi yazan İngiliz liman işçileri olmuştu.
O maçın yazısını nasıl verdiğimi hatırlamıyorum. Heyecandan beynim durmuştu. Yazıyı verirken Liverpoollu taraftarlar dans ederek üstüme yükleniyor ben de cümle kurmaya çalışıyordum. Eve döndüğümde ertesi gün de olacağı gibi, beni karşılayanlar hem maçı, hem de Fatih Hoca’nın maçın devre arasında yaptığı yorumu konuşuyorlardı: ‘Bir İtalyan takımı hele de bu Milan ise, bu skordan maçı vermez’. Tarih bugün tersini söylese de Fatih Terim haklıydı. Bugün tarihi geri sarabilsek ve ben Fatih Terim’in yerinde olsam, ayrıca maçın sonucunu da bilsem yine de
Bu şampiyonanın isyan edeni, kaderini kabul etmeyeni o... İsviçre maçının son dakika golcüsü olması onu önemli yapıyordu zaten. Ancak dün gece her şey durmuş terse dönmüşken yeniden ortaya çıkıp maçı tutan adam oluşu, onu başka bir sınıfa, efsaneler arasına soktu.
İkinci yarının başından Emre Güngör’ün sakatlığı nedeniyle tek stoper kalışımıza ve ikinci golü kalemizde görüşümüze kadar oynadığımız oyun sanırım bu şampiyonada ortaya koyduğumuz futbolun zirvesiydi. Bu turneyi utanarak kapatmamızı engelleyen de İsviçre maçındaki son dakika golüyle birlikte bu oldu. Bu oyunu sağlayan adam sonra oyunu geri de getirdi. Arda Turan...
Arkadaşları kusura bakmasın, onu bu efsanevi zaferde başka bir yere koymak zorundayız. Futbol bir takım oyunudur evet ve takıma takım olduğunu hatırlatan birileri gerekiyor bazen. O adam Arda Turan’dı. Genç yaşında artık çok büyük.
Servet’i de başka bir yere koymak lazım tabii. 3 ayrı büyük sakatlık onu durdurmadı. Çok mu iyi oynadı? Belki hayır. Ama sadece