‘İtalyanlar artık pizza yapamıyor’ desem. Dalga geçersiniz.
Peki İtalyanlar artık savunma yapamıyor desem. Aynı şey. Ama öyle Hollanda maçında yenen goller ve dün Zambrotta’nın Mutu’ya yaptığı asiste bile gelmeye gerek yok. Aslında gerçekten İtalya gibi oynayan, Fransa maçının başından buyana Rumenler. Kalabalık oyun merkezini kendi sahalarında tuttukları bir alan oyunu uyguluyorlar. Az adamla çıkıyorlar. Ancak bu oyuna rağmen dün çok kolay pozisyona girdiler. En fazla 4 kişiyle gittikleri ceza sahası çevresinde mutlaka gol bölgesine ulaştılar.
Buffon’un hem ayağı hem de eliyle kurtardığı penaltının bir kez daha ispatladığı insanüstülüğü olmasa, İtalya bu dengesiz ve bize bildiğimiz her şeyi unutturan oyunla, bir sonraki büyük turnuvada rezil olan ilk Dünya Şampiyonu olarak tarihe geçecekti.
Anlaşılmaz bir savunma isteksizliği, boşvermişliği içindeydiler orta sahaları savunma yardımlaşmasını tamamen unutmuştu. Rumenlerin kura şanssızlığının onları bu gruba düşürmesiyse diğer dünyanın şanssızlığı.
Terim’in büyük turnuvalarda (96 ve 08) kazandığı ilk gol, çift santrfora dönüşüyle geldi. Semih’i oyuna sürmesi sadece Nihat’ın yalnızlığına, kayıplığına son vermedi. Orta sahanın topu daha kolay ileri yollamasına yardımcı oldu. Bize daha uygun olan, alıştığımız, aslında belki de bizi biz yapan oyunun büyük kısmı bu.
Manchester ya da Chelsea gibi oynayabilmek güzel olurdu tabii. Ama kaleyi göremeden bu oyunu oynamaya çalışmaktansa, pozisyona girerek sıradan oynamak yeğdir herhalde. İlk yarıda özellikle fırtınalı yağmurun da oynamamızı imkânsızlaştırdığı, özünde 4-6-0 diyebileceğimiz oyundan yaptığımız dönüş hayata dönmemizi sağladı.
Eren’in pası ve Hakan’ın golünün her anlamda verdiği acıyı böylece biraz olsun giderdik. Muhteşem mi oynadık? Hayır. İdeal ve en son jenerasyon olan oyun bu mu? Hayır. Böyle oynarsak her maçı kazanır mıyız? Hayır... Ama en azından oynadığımız amacı olan bir futbola benziyor...
Ve bize uyanı en azından şimdilik bu. Çift çapa savunmayı önden kademeliyor. Öncelik
Basit sorular sorarak bir yere ulaşmaya çalışalım:
1- Bu bizim en iyi takımımız mı?
2- Cumartesi akşamı izlediğimiz, cebinde Türkiye Cumhuriyeti pasaportu olan futbolcular arasından çıkabilecek en iyi takım mı?
Lafı uzatmadan cevabını aramamız gereken soru bu. Bu sorudan ve sanıyorum ortak ‘olumsuz’ cevabımızdan, gereğinden büyük sonuçlar çıkarmak derdinde değilim. Buradan bir yöntem sınıflandırması yapmak amacındayım. Terim, iki temel milli takım direktörlüğü biçiminden ‘seçici’liğe değil ‘yetiştirici/eğiticiliğe’ soyunmuş durumda. Hem de bunu dünya yüzünde en katı şekilde yapan teknik direktör olarak ortaya çıkıyor. Geride bıraktığı oyuncular ve sarıldıklarının anlattığı bu. Bir ‘Terim takımı’ ortaya koyuyor. Ve şu an için sonuç hiç de iyi gözükmüyor.
Sorularla devam edelim. Terim’in de hemfikir olduğunu bildiğimiz bir konu var. Türkiye’de oyuncu yetiştirme mekanizması çok iyi çalışmıyor. Alt yapı oyuncu üretse de onları üst yapıya taşımakta zorluk
Portekiz’in savunma kanatlarını da dahil edebileceğimiz hücum gücüne karşı yaptığımız en iyi iş her daim en az ikili kademe yapabilmek oldu. Bu başarının en iyi örneği Marco’nun özellikle Ronaldo’nun çalım girişimlerinde, karşılayıcı oyuncunun arkasına aniden sarkarak onun tüm çabalarını boşa çıkarmasıydı. Bunun dışında tempoyu istediğimiz gibi düşük tutmak da önemli bir başarı oldu. Buraya kadar her şey güzel...
Ancak iki başka örnek de tüm iyi niyetimize rağmen ne kadar kırılgan olduğumuzu gösteriyor.
Gole gelmeden, en çok çalıştığımız ve en önemsediğimiz silahlarımızdan biri olan duran kornerlere bakalım. Her kornere gidişimizde Portekiz üç hızlı oyuncuyu orta çizgiye dizdi. Biz herhalde 2 kişinin ileride beklemesini planlıyorduk ki, Kazım’ın ceza sahası içinde hücuma dönük mü yoksa savunmanın bir parçası olarak mı kalacağına karar veremeden oyunun sonunu getirdik. Scolari sadece 3 oyuncuyu bizim kornerlerde kontr silahı olarak kullanacağını göstererek önemli silahımızı bertaraf
Bu maçı kazanıp, gruptan çıkamamak mümkün. Bu maçı kaybedip sonra şampiyon olmak da. Portekiz oyunun şifresi aslında budur. Bu maçın analizini yapmadan önce, yaparken ve yaptıktan sonra hep bunu düşünmek lazım. Sonuç büyük bir galibiyet de olsa hezimet de, bunu bilmek lazım.
Yine Scolari’yle başlıyoruz. 2002’de olduğu gibi. Yine şampiyonanın favorisiyle. Ve yine Portekiz’e gelene kadar hep kazanan adamla. Geldiğinden bu yana hiçbir şey kazanamamış olanla.
Rakip, efsane Figo’nun yerine yeni efsane Ronaldo’yu koymuş olarak çıkacak karşımıza. Bu şampiyonayı iyi oynarsa dünyada yılın futbolcusu seçilmesi kesin olan bir Tuncay-Servet-Volkan jenerasyonu oyuncuyla.
Biz Hakan’ın, Yıldıray’ın yerine koyabilecek miyiz onu test edeceğiz. Tuncay, Servet, Volkan bu seviyede gerçekten birer yıldız mı onu? Ama sadece Ronaldo değil rakip. Geçen turnuvanın Nikopolidis’le birlikte en iyi kalecisi olan Ricardo kalede. Savunma göbeği Chelsea-Real karması. Rakibin hücum gücü o kadar etkileyici ki, sağlam savunmasını
Nyon’da gece. 3 genç üzerimize geliyor. Bütün yayın boyunca uzaktan bizi seyretmişlerdi. Yayın bitmiş karanlık basmışken, arabalarımıza hareketlendik. Onlar da bize doğru yürümeye başladılar. Oluşmuş genel kanıya bakarsanız neyin peşinde olduklarına dair birçok fikir doğabilir kafanızda. Doğdu da. Biraz kabadayıca yürümeye başladım.
‘Türk televizyonu mu?’ dedi birisi yerel dille. ‘Evet’ dedim sertçe.
Biraz daha yaklaştı ve ‘Forma var mı?’ dedi. ‘Ne olur!’
‘Yok’ dedim. İnanmadı. ‘Hadi lütfen!’
Diğerleri de aynı isteği tekrarladı. 5 dakika pazarlık sonucu haftaya pazar, aynı yerde olmaları halinde formalarını getireceğime dair söz verdim. İsviçreli 3 sarışın genç sözümü tekrar ettirdiler, sevindiler, teşekkür ettiler, elimizi sıkıp gittiler.
Bayraklar
Cenevre’nin göbeğinde Mont-Blanc köprüsünün hemen çıkışında her tarafı kaplayan parkların tam göbeğine 2 çiçek aranjman çalışması yapılmış. Kocaman. Bayağı bir sanat eseri. Pazar akşamı
Yorulup oyunun boyunu 70 - 80 metreye çıkardığımız son 30 - 35 dakika dışında oyun organizasyonunun Uruguay maçından çok daha iyi olduğunu söyleyebiliriz.
Marco’nun varlığı hem savunmasını hem de Emre’yi rahatlatmıştı. Böylece Emre ve Hamit hücum hattına yakın durabildi, gözleri arkada kalmadı. Fatih Terim’in planı Mevlüt’ü ileride iyice sağ çizgiye çekip, Sabri ve Hamit’in yardımıyla hücumda genişlik sağlayıp, rakip savunmanın boşluk bırakmasına yol açarak akınlar oluşturmaktı. Yani sağ tarafta genişlik yarattık, topu o tarafa attık. Oradan gelen orta ve paslarla soldan kale önüne getirdiğimiz sürpriz oyuncularla gol aradık.Nitekim iki gol de böyle geldi. Uruguay maçındaki ilk sayımız da aynı şekildeydi.
Nihat’ı iyi kullanamıyoruz
Bu şık ve etkili bir plan olmakla birlikte elinde Nihat gibi bir star bulunan bir kadroda yeterli durmuyor. Kabul edelim ki, Nihat’ı bu oyunda iyi kullanamıyoruz. O’nu kullanmak için yine pivot özellikli bir futbolcu arıyor gibiyiz... Belki Emre fizik ve mental olarak daha hazır olsa
İbrahim Kaş’ın dışarıda kalması, onun gençliği, kadronun durumu açısından anlaşılabilir.
Halil ve Yıldıray’ın dışarıda kalmalarının da futbolda karşılığı olabilir. Ancak bunun bir kriz yaratmayacağını söylemek de saflık olur.
Yıldıray, 2002 Dünya Kupası’nın en önemli oyuncularından biriydi. Şampiyonlar Ligi finali oynamış bir tecrübe ve Milli Takım kadrosunun Nihat ve Emre ile dünya çapında en çok tanınan oyuncusu. Onun yokluğu sadece Türkiye’de değil, Almanya’da da büyük bir şok olacak. Alman basınında büyük bir yer bulacak.
Halil ve Yıldıray’ın kadro dışı kalmasının gurbetçiler üzerindeki etkisi de büyük olacaktır. Uzun vadede gurbetçi oyuncuların Türk Milli Takımı’nı seçmelerinde negatif bir psikojik etki yaratacaktır. ‘Yıldıray’ın dışarıda kaldığı bir Milli Takım’da ben nasıl varolabilirim ki’ fikrinin doğması kadar normal bir şey olamaz. Bunun kısa vadedeki etkileri ise şöyle olabilir.
Buradaki Milli Takım taraftarı, İsviçre’deki taraftarının da çoğunluğunu