Galatasaray’ın UEFA Kupası zaferini yazdığım bilgisayarla, bugün internette o yazının olduğu sayfayı açmam mümkün değil.
O kadar değişti her şey. Aletler böyle değişirken oyunun aynı kalmasını beklemek mümkün değil. Aktörler, yöntemler, kulüpler her şey değişiyor. Bologna, Mallorca, Dortmund, Leeds. Bu kulüpler o zaman neydi, şimdi ne?
Oyunun kuralları değişiyor. Saha içinde ve dışında... Çok hızlı hem de. Daha önce hiç olmadığı kadar... Ama en önemli değişim oyunun kendisinde.
Dün Fanatik Gazetesi’nde bu değişimi anlatan güzel bir röportaj yayınlandı. Necil Ülgen ve Mehmet Demircan, Joachim Löw’le konuşmuş. Söyledikleri basit ama önemli... Çünkü biliniz ki o sadece bir teknik adam değil, bir futbol düşünürüdür.
Löw sadece Euro 2008’in en iyi hocalarından biri olmakla kalmadı misal. Basın toplantılarındaki açıklamalarıyla kupanın en iyi yorumcusu da oldu. Saha kenarından (Avusturya maçının yarısında ve Portekiz maçında tribündeydi gerçi) oyunu bu kadar iyi analiz edebilmesi takdire şayandı. Dünkü röportajı da basit ve zihin açıcıydı. Tek bir sözcük üzerinden anlatıyordu her şeyi. Löw, tıpkı değişimin bizzat kendisinde olduğu gibi oyunda da temel faktörün artık her şeyden önce hız olduğunu söylüyordu.
Hız artık her şey... Ve bu yüzden artık klişeleşmiş maç yorumlarında kullandığımız cümleler süratle manasızlaşıyor. Misal rakibi ceza sahası çevresinde baskı altına almak artık o kadar da şart değil. Hatta belki de bazı seviyedeki takımlar için istenmeyen bir durum. Çünkü rakip alanda baskı kurmak sizin için daha dar alanlar ve rakip için daha geniş alanlar anlamına gelebiliyor. Bu durumda hızlı ve mesafeden bağımsız şekilde olumlu pas kullanabilenler için baskı yemek bir avantaj bile olabilir. Iniesta 30 metrelik bir pasla Riera’yı görüyor, o bir uzun çapraz top atıyor ve geniş alanda Torres bile değil, Güiza gole koşuyor. Ya da Messi bomboş durumda kafa golü atıyor. Şampiyonlar Ligi finalinde hem de...
Bu pas beceri ve hızına karşı baskılı oynamak ne sonuç getirir ki! Barça ve devamındaki İspanya, ‘yeni futbol’ için verilen ilk örnek olsa da Chelsea’yi Manchester’ı, bu Konfederasyon Kupası’ndaki Brezilya ve ABD’yi, Inter’i, Wolfsburg’u, ilk yarıdaki Hoffenheim’ı, Shaktar’ı, Bremen’i, zaman zaman Stuttgart’ı, misal Metalist’i, Fransa Ligi’ndeki takımların yarısını, hatta bazı maçlarda Sivasspor’u, kendi güçleri içinde aynı klasmana koyabiliriz.
Okur Fenerbahçe’yi istese
Tanjeviç’in ne kadar önemli bir hoca olduğu, dünya basketbolundaki yeri vs. Bunun üzerine laf edecek bilgi birikiminde değilim. Üzerine konuşmak haddim değil.
Ama Mehmet Okur’un Türk basketbolundaki yeri ve önemini bilecek kadar da izleyiciyim. Ki izlemesem de bunu söyleyebilirim.
İki basit soru sorarak duruma bakalım:
Türk milli takımına Mehmet Okur’u çağırmayacak başka bir koç var mı?
Mesela Mehmet Okur delirse ve “NBA’i bırakıyorum. Aziz Başkan, yıllık 1 milyon dolara Fenerbahçe’de oynamak istiyorum dese, Tanjeviç ne yapacak?”
Hidayet, Mirsad ve Mehmet’i birlikte oynatabilecek bir koç için ihale açılsın kanımca. Herkes teklifini versin. Ve bu iş bitsin.
Çünkü Okur istiyorsa bu takımda oynar.