Ayağa pası çok iyi yapan ama deplasmanda kazanamayan bir rakip. Yani salt savunma oynayamıyorlar. Bu özelliği ile ligin yegane ekibi. Aslında Süper Lig’in bir parçası değil de, Brezilya Ligi’nin temsilcisi gibi.
Böyle bir rakibe karşı Bursaspor’un seçmiş olduğu oyun doğruydu. Sahanın her yerinde sürekli karambol yaratmayı hedefleyen bir baskı oyunu. Top Antepli oyuncuların ayağına geçer geçmez sahanın her yerinde bireysel bir baskı. Sert, topa sahip olanı rahat ettirmeyen bir hücum savunması.
Burada eksik olan topa sahip olduktan sonra set oyununa dönmekte yaşanan zorluk oldu. Bursaspor’da sürekli top kapıldı ama topu ayağına alan kaleye doğru sprint attı. Dolayısıyla rakibi bozdular ama kendileri de bozuldu. Organizasyon sorunu çektiler.
Savunmayı karambole devreden bu oyun golü de böyle aradı. Ali Tandoğan’ın ceza sahası içine yolladığı serbest vuruş, korner ve taçlarla. İstediklerini tam da böyle buldular.
Bu gol de onları biraz sakinleştirmedi. Savunmada sonuna kadar uyguladıkları bozucu oyun, her seferinde topa sahip olduklarında akınlarına da sirayet etti.
Ancak fizik açıdan rakipten çok güçlü oluşları nedeniyle bunun cezasını çekmediler. Hüseyin defansif olarak
Fenerbahçe aynı Bursaspor kupa deplasmanında olduğu gibi ‘nasıl olsa bir gol atarım’ rahatlığı ve mantalitesiyle sahadaydı.
Manisaspor’un ön alan baskısını kıracak bir şey yapmayı denemediler. Direnip Gökhan Ünal - Alex ikilisiyle kontr denemek onlar için daha kolay ve daha az yorucuydu. Galatasaray deplasmanı oyununu tekrarladılar ve Beşiktaş maçının da provasını yaptılar.
Burada beklenmedik olan Manisaspor’un ligin altlarında görmenin zor olduğu bir taktik disiplinle hücum etmeye çalışmasıydı. Sahayı enine çok iyi kullandılar. Savunmalarından destek alarak geride çok büyük açıklar da bırakmadan Fenerbahçe’yi zorladılar. Attıkları goldeki ters top organizasyonu Türkiye standartlarının ötesindeydi. Tebrik etmeli.
Eğer bu oyunu 90 dakikaya yayabilseler kupa finalini görebilirlerdi. Tabii öyle olsa ligde çok daha yukarılarda olmaları da gerekirdi.
Yararlanamadıkları iki poziyon sonrası Alex devreye girip olağanüstü kombine bir hareketler bütünüyle şahane bir gol atıp perdeyi kapattı. Ve Fenerbahçe’nin oyun rahatlık ve mantalitesini temize çıkardı.
Bu seviyede elinizde Alex varsa zaten buna hakkınız hep vardır. Dünkü yazımda da bahsetmiştim. Tam örneği akşamına geldi.
Matteo Ferrari ‘Türk futbolunda taktik yok’ derken ne demek istiyor? Üçlü ya da dörtlü savunmadan, tek ya da çok santrfordan değil herhalde. Hücum oynamaktan ya da savunma öncelikli bir oyundan da değil. Çünkü bunların hepsi iyi kötü bizde var. O zaman ne?
‘Ülkenizde fiziksel yapı ne kadar güçlüyse, düşünsel oyun ve taktiksel içgüdü o kadar az işin içine katılıyor. Tüm bunların arasında en vahim taraf, Türk futbolunda taktik yok. Yani ekol olarak bunun eksikliği gözüküyor!’
Bunu ilk söyleyen o değil. Bir dolu yabancı teknik adam. Bir dolu elit hoca bize bunu söylemeye çalıştı. Biz anlamaya çalışmak bir yana, onları ve söylediklerini tamamen reddedip işi hâlâ yerli/yabancı tartışmasıyla götürürüyoruz. Çünkü bilginin olmadığı yerde şovenizm olur.
Bizde yüzde yüz fiziksel bir oyun oynanıyor. Bu sert ve kaotik bir futbol. Bire bir fizik mücadelenin temel belirleyici olduğu bir futbol. Oyuncu tercihlerinden zeminlere ve hakem tavırlarına kadar herşey buna göre dizayn edilmiş.
Türk modeli
Burada başarının temeli şudur:
-Kavga eden sert bir orta saha,
Her gelen adamı havaalanında Maradona gibi karşılarsanız, onların kendilerini Messi sanmalarını da engelleyemezsiniz.
Bir adamı, hem de sıradan bir adamı ‘Ben buraların Messisiyim’ şokuna sokarsanız, artık şampanyada mı yıkanır, viskiyle yüzünü mü yıkar, brandyle kahvaltı mı eder, ona da karışamazsınız.
O yüzden ne olduğu belli, ne vereceği de üç aşağı beş yukarı tahmin edilebilir oyuncuları, 3 gün önce bin kişiyle karşılayıp, 3 gün sonra da ısınırken ıslıklıyorsanız, artık biraz kendinize bakmanızın vakti gelmiş demektir.
Ben dünkü kavganın neyin çekişmesi olduğunu anlayabilmiş değilim. Yani tabii ki tahminlerim, aldığım bilgiler var, ama yine de şampiyonluk ve Şampiyonlar Ligi şansı var olan bir takıma böyle sırt dönmek, hakaret etmek olacak iş değil.
Tüm iyi niyetimle bunu, öfkeden ve gerginlikten beslenmeye alışmış oyunculara bir şok tedavi girişimi olarak algılamak istiyorum.
Eski Türk filmlerinde kendisine zorla tokat attıran eş gibi... Hani aşkı büyüktür de karşısındakinin iyiliği için ‘Nayır, seni sevmiyorum, seninle dalga geçtim’ der kahkahalar arasında... Sevgili kapıdan çıkınca da o kahkaha, hüngür şakır bir ağlamaya döner. Belki öyle. Umuyorum!
Eğer böyleyse
Beşiktaş sürpriz olmayan bir şekilde maça, oyun merkezini olabildiğince geride tutarak başladı. Trabzonspor sürpriz bir şekilde bu kadar çok hücum oyuncusuyla sahaya çıkmasaydı dahi böyle olması muhtemeldi.
Denizli’nin bu tercihin birçok sebebi var. Mesela kendi hücumcularının daha yüzdeli olduğunu düşünüyor. Yani fikri “5 pozisyona girsek, bir gol buluruz. Yeter ki yemeyelim!”
Bu sebeplerin en önemlisiyse kendi takımının ligin fizik olarak en güçlü takımlarından biri olduğunu düşünmesi. Yani fikri “başta kapanıp rakibi tutalım, biz oyuna girdiğimizde çoktan yorulmuş olurlar.”
Bunun tutup tutmaması bir kenara başta itiraz edecek fazla bir şey yok. Ancak kabul edelim ki bu tip bir strateji için fazla plansızlardı. Yarı sahanın gerisinde ne yapacaklarını iyi biliyorlar, birbirlerine yakın duruyorlardı. Ama topa sahip olup, akına kalkınca biraz kaotik, biraz kişisel beceriye kalmış bir oyun ortaya çıktı. Dolayısıyla ilk yarıda baskın yapmak, ikinci yarıda topa sahip olup baskı yapmak olanaksızlaştı.
Son 5 dakikadaki oyuncuların çılgın arzusunu bile bir plana kanalize edememek onlar adına üzücü. Gerçi ne olursa olsun Egemen’in manasız hareketiyle bir penaltı çıkarabilirlerdi
Mustafa Denizli 32. haftada işler karışır derken biz bu maçı ‘kazanırız, kazanmalıyız’ diyordu aslında.
Tabii sonra da Fenerbahçe’yi yenmeleri gerekiyor. Takımını buna inandırıyor. Ateşlemek istiyor. Amacı tabii ki rakipleri de baskı altına almak.
Yani bu Beşiktaş için şampiyonluk maçı. Tabii Trabzonspor’u baskı altına alan bunun dışında hiçbir şey yok. Bu maçta takım yenilmediği sürece şehir mutlu olur.
Yenilse bile özel bir mutsuzluk olmaz. O yüzden rahat olacaklardır.
Ben Mustafa Denizli’nin, Trabzon’un Kayseri’de puan kaybettiği maçı örnek alacağını düşünüyorum. Savunma öncelikli, rakibin hızlı oyuncularına alan bırakmayan bir oyunla Trabzon’u oyalayacaklardır.
Geriye düşmediği sürece Beşiktaş zaman zaman baskılı ama genelde savunmacı bir oyun oynar. Bu oyun tarzında da maçın favorisi olurlar.
Trabzonspor’un hücumcu orta saha oyuncuları ekstra bir performansa çıkmadıkları sürece bu oyun Beşiktaş’a çok yakın.
Önce Mustafa Denizli, sonra Christoph Daum ve dün de Rijkaard. Ligin sonuna doğru yavaş yavaş prensipler terk ediliyor, ayağı sağlam basan savunmacı takımlara dönülüyor. İstisna ise hâlâ zirvedeki Bursa.
Bu yılın deplasman fakiri Galatasaray’ın hocasını anlamak ve ona hak vermek zor değil. Dün takımını 5 stoperle sahaya sürüşü, eksiklerden bağımsız olarak hücumdan azaltması, akın işini hızlı hücumcu orta sahalara bırakması anlaşılır tercihler.
Ama daha önemlisi topa sahip olan bir takımdan çok bozan ve baskı yapan bir takımı tercih etmesi.
Bu işi maçın özellikle ilk yarısında yaptılar. Ayhan’ın Antep günlerinden hatırladığı oyun zekasından gelen bir harika pasla da öne geçtiler. (Burada bir parantez açıp ‘bu kadar hızlı düşünüp davranabilme yetisine sahipken bu kadar frene basarak kariyer devam ettirmeyi hiç anlamadığımı söylemeliyim)
Sarı - kırmızılılarda eksik kalan, nefeslenmeleri gerektiğinde topu kaleden uzak tutacak bir plan, en azından oyuncuydu. Bu hem zaman kazandıracak, hem kontrayı organize kılacaktı. Bunu ilk dakikalarda biraz da olsa Ayhan yapsa da, sonra o da hakemi markajlamayı daha fazla önemseyince Sivas belki de beklediğinden fazla etkili oldu.
Acıklı
Yıllar evvel, mesleğin çok başlarında, bir pazar gündüz programına katılmak için NTV’deydim. Rahmetli Kazım Abi’yle ikimiz Okay’ın konuğu olacaktık..
O zaman adet olduğu üzere sordular: Sen ekrana gelince ne yazalım tanıtıma, diye...
- Futbol yazarı, dedim.
Sanırım bir karışıklık olmuş. Kazım Abi’ye de aynı yazı geldi. Rahmetli gururla itiraz etti: “Ben bir spor yazarıyım...”