Mehmet Demirkol

Mehmet Demirkol

mdemirkol@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Fenerbahçe  Acıbadem’in anlattıkları



Yıllar evvel, mesleğin çok başlarında, bir pazar gündüz programına katılmak için NTV’deydim. Rahmetli Kazım Abi’yle ikimiz Okay’ın konuğu olacaktık..
O zaman adet olduğu üzere sordular: Sen ekrana gelince ne yazalım tanıtıma, diye...
- Futbol yazarı, dedim.
Sanırım bir karışıklık olmuş. Kazım Abi’ye de aynı yazı geldi. Rahmetli gururla itiraz etti: “Ben bir spor yazarıyım...”
- Yıllarca güreş yazdım Mehmet. Biz tüm sporları yazarak, fotoğraflarını çekerek, haber kovalayarak yetiştik...”
Bana olan sevgisine güvenerek, “En son ne zaman yazdın peki abi!” dedim. Her zamanki alçakgönüllülüğü ve her yaştan insana gösterdiği saygısıyla güldü. Zaten onu farklı yapan da buydu.
O spor yazarıydı, doğru. Mesleğin bir döneminde hemen herkesin olduğu gibi.
Biz ve o günden bugüne dönüşerek gelen ustaların durumuysa farklı. Bugün biz çoğumuz sadece futbol üzerine yazıyoruz.
Ve o çoğumuzun çoğu da futbolun siyasetini, dedikodusunu yazıyor.
Doğrusu futbol ne kadar varsa o kadar yazılıyor. Futbol ne kadar spor olarak algılanıyorsa o kadar konuşuluyor.
Yani aslında bugün biz (çoğumuz) futbol magazincisiyiz. Futbol yazarı dahi değil.
Çünkü yazarlık aslında hikayeciliktir. En azından fıkracılık.
Bugün gazete sayfalarında kaç hikaye okuyorusunuz, okuyabiliyorsunuz?
Ne kadar spor hikayesi varsa, o kadar.
Benim için Fenerbahçe Acıbadem’in harika kızlarını izlemek için yaptığım kısa seyahat, bu yüzleşmenin fırsatıydı. Bir kez daha.
İtiraf ediyorum. Ben bir Türk spor yazarı (!) olarak, ortaokul yıllarında en az futbol kadar basketbol ve voleybol oynayarak vakit geçirmiş bir Türk genci olarak bu haftasonu voleybolla yeniden tanıştım.
Spor seyretmenin hazzını, keyfini yeniden hatırladım.
Salt takım tutmanın, bir takımın başarısıyla keyiflenmenin dışında yaşayabilen bir dolu insanın da aynı durumda olduğunu biliyorum.
“Sarı Melekler”in geçen haftasonu yaptığı, Türkiye’de gerçek sporun yeniden doğuşu için bir mihenk taşı olabilir. Yıllar içinde sporu kahve lakırdısı, çay/rakı mezesi haline getiren bu ulusun yöneticileri de belki bu başarıdan bir feyz alırlar.
Yeniden spor yapmaya, gerçek sporsever ve sporcu yetiştirmeye başlayabiliriz.
Sistematik olarak bunları yok etmeye programlanmışlar için bu başarı bir devrimin kapısı olur.
UEFA Kupası gibi, Süreyya Ayhan gibi bir üretim hatası olarak istisnai kalmaz.
Nihayet bir spor atılımı, devrimi yapabiliriz.
İşte o zaman bu ulus, bize değil, gerçek spor yazarlarına da ihtiyaç duyar...


MHK profesyonel olmalı
Hakemlerin tam profesyonel olması üzerine tüm dünyadaki örnekleri incelediğimi söyleyebilirim. Bu konuda son dönemde gelen birçok talep var zira. Baştan söyleyeyim zaman zaman ben de bu fikre kapıldım. Ama bugün bizim için uygun olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Türkiye’deki genel ekonomik ve sosyal sistem, yüksek gelirli ve uzun eğitim gerektiren mesleklere meyletmiş ama hakemlik de yapmak isteyenlerin tercihlerini etkiler. Yani bir doktorun mesleğini bırakıp tam profesyonel hakem olmasını sağlamak olanak dışı.
Dolayısıyla hakemlikte tam profesyonellik hele de 45 yaşında emekli olma zorunluluğu varken yararlı olmaz. Birçok hakem daha başından bu işten vazgeçer. O yüzden yüksek gelirli yarı profesyonel sistem çok daha uygun gözüküyor.
Ancak MHK’nın tam profesyonel olması şart. Futbolculuktan ya da hakemlikten gelen iyi eğitim almış ve futbol konusunda en azından yüksek lisans yapmış olanların MHK’yı yönetmesi, bu kurumu siyasi tartışmaların, eski hakem egolarının ve kavgalarının dışında tutacaktır.
Bugün ülkede eski FIFA kokartlı, yeni gazete yazarı hemen her hakem, MHK’ya oynadığı için bunca kavga, gürültü ve istikrarsızlık var.
Bunu gidermek temel şart olmalı.
Yani hakemler değil, MHK tam profesyonel olursa sorun büyük ölçüde çözülür.

Hiddink’ten Rijkaard’a
Saymaya gerek yok. Bu ülkeye dünyanın en ünlü hocalarından birçoğu geldi. Hiçbirisi başarılı olamadı, beğenilmedi, hatta aşağılandı. Uğur Vardan geçen gün harika yazmış. Biz Messi’nin oturduğu koltuğa otumak için birbirini yiyen uzmanların, onu takıma çıkaran teknik direktöre ‘hoca değil’ diyebildiği bir toplumuz.
Bunun tek sebebi sporun ruhunu bilmemiz. Bunun eğitimini almıyoruz. Böyle programlanmıyoruz.
Rijkaard’ın başarılı olduğu her yerde derin bir spor kültürünün bir parçası olarak kendini konumlandırdığının farkında değiliz. Bisikletten, tenise, hentbolden basketbola, oradan futbola inanılmaz bir olimpik hamle yapmış İspanya’da teknik adam olmak, sadece teknik adam olmaktır. Biz ise büyücü arıyoruz. Büyü olmayınca da cadı avına çıkıyoruz.
Bu yüzden Rijkaard’a tahammül etmemiz de onun başarılı olması kadar zor. Burayı, bizi, buraya gelen yabancı oyuncunun İspanya’ya gidenden motivasyon farkını öğrenmesi için zaman gerek.
Çünkü bu, ayda yaşamayı öğrenmek kadar zor. Ve bunu yapabilen de çok az. Sadece Terim, Güneş ve Denizli’yle başarılı olmamız, onların dışarıda çok da başarılı olamamaları sürpriz değil. Aragones, Del Bosque, Hiddink vs’nin burada sudan çıkmış balığa dönmeleri, dışarı döndükleri anda daha başarılı olmaları da tesadüf olamaz.
Ve bu durumu değiştirmek için planlama yapmazsanız, bir olimpik hamleye girmezseniz sonuç almanız da olanaksızdır.
Dolayısıyla burayı değiştirip, onları getireceksiniz. Ya da onların değişmesini bekleyeceksiniz. İkisini de yapmıyorsanız paranızı sokağa atıyorsunuz demektir.