Açıkçası, Durmuş Yılmaz’ın Merkez Bankası Başkanı olması piyasaları haklı olarak çok memnun ediyor. Bizim gibi uzmanları da. Ancak bu, Merkez Bankası’nın her seferinde en doğru hareketi yaptığını göstermiyor. Geçen hafta indirilen faizler bir hayli gürültü kopardı. Finans kesiminden birçok kişi buna tepki gösterdi. Kimi uzmanlar da bu koroya katılarak faizlerin yanlış bir zamanda, yanlış biçimde düşürüldüğünü savunuyor.
Oysa Merkez Bankası doğru bir hareket yaptı. Hatta eksik bile bıraktı. Merkez Bankası mayıs ayında dek piyasadan likidite alıyordu. Yani bankalar Merkez Bankası’na para satıyordu. Bu borçlanmanın faizi de 16.75’ten 15.25’e kadar gevşemişti. Küresel kuraklığa ve artan emtia fiyatlarına rağmen.
De facto gösterge faizi...
2008 yılının ilkbaharında küresel enflasyon baskısı daha sert biçimde hissedilirken, durgunluk da kendini göstermeye başladı. Piyasalarda nakit sıkıntısı da baş gösterdi. Ve bankalar Merkez Bankası’nın likidite olanaklarından yararlanmaya başladılar. Hatta bu gereksinim giderek arttı. Merkez Bankası’nın borç verme faizi ise çok yüksekti. Yani aradaki marjın bu denli açık olması anlamlı değildi.
Bu koşullar altında de facto olarak (geçerli)
Başbakan ikide bir, “Ana muhalefet hep eleştiriyor, hiç yapıcı bir öneride bulunmuyor” diye yakınıyor. Oysa CHP Genel Başkanı Baykal birkaç hafta önce kendisine krizle ilgili katkıda bulunmayı önerdi. Ama duyulmadı bile. Biz de karınca kararınca krizden az hasarla çıkmanın reçetesini verelim. En azından Başbakan ileride basın ya da bilim dünyasını suçlayamaz.
Birincisi, dış kaynak bulmak şart. 2009 yılında Türkiye ekonomisi en az 25 milyar dolar dış açık verecek. Bunun yanı sıra, bankaların ve özel sektörün çok yüklü dış borcu var. Hem kısa, hem de uzun vadeli bu borçlar 191 milyar doları buluyor.
Özel kesimin kısa vadeli dış borçları ise 48 milyar dolar kadar. Bu kredilerde kısıtlamaların olduğunu sanıyoruz. Yani bunlarda daralma yüzde 50 olsa, 24 milyar dolara ihtiyaç var, demektir.
65 milyar dolar bulmak gerekebilir
Öte yandan 2009 yılında 40 milyar dolara yakın uzun vadeli dış borçların ödemesi var. Bunun yüzde 60’ının vadesi uzatılsa geriye 16 milyar dolarlık finansman ihtiyacı kalır. Demek ki, 65 milyar dolara yakın bir finansman sorunu görünüyor. Bunun tek aşamada döviz kurunun yukarı gitmesiyle sağlanması olanaksızdır. Bir daha makro dengeler yerli yerine oturmaz.
Başı ağrıyor. Kırgınlıklar başlamış. Anlaşılan üşütmüş. İşte bu aşamada basit bir direnç artırıcı ilaç verilse yahut dinlenilse belki de hastalık baştan atlatılacak. Yapılmıyor. Hastanın ateşi çıkmaya başlıyor. Tabii önce ateş düşürücü, sonra da, duruma göre, antibiyotik verilmesi gerekiyor.
Ancak hasta pek ilaç gerekmediği kanısında. Tabii bunun bir riski, hastanın büsbütün kötüleşmesi ya da hastalığın daha uzun sürmesi. İşte Türkiye ekonomisinin geldiği nokta aynen böyle.
Türkiye ekonomisi 2006 yılından bu yana farklı bir yörüngeye girdi. 2004-2005 döneminde ortalama yüzde 9 büyüyen ekonomi, 2006 yılında yüzde 6.9, 2007 yılında da yüzde 4.5 büyüdü. Tarım 2007 yılında yüzde 7 daraldı. Yine 2007 yılında imalat sanayii yüzde 4.8 büyüdü. Oysa 2006 yılında yüzde 5.5 büyümüştü.
Bağıra bağıra gelen hastalık
Bu yıl (2008) (nisan ayı hariç) her ay imalat sanayii büyümesi geçen yılın aynı ayına göre daha düşük geçiyor. Nihayet ağustos ve eylül aylarında imalat sanayiinin geçen yıla göre yüzde 6 küçüldüğü görüldü. Yani bu hastalık sinsice, birdenbire çıkmadı. Bağıra bağıra geldi.
İç talepteki bu çok önceden başlayan gevşekliği işadamları hissetmeye başlamıştı. Biz de tüketim ve
Bazı meslektaşlarımız 2001 yılında IMF programına fazla inanıp yahut da mali sektörde çalışanlara kanıp kriz olasılığını göz ardı etti. Tabii bir hayli de kredibilite kaybettiler. Ancak itiraf etmeliyiz ki, küresel kriz konusunda olsun, Türkiye ekonomisinin temel kırılganlığı konusunda olsun çoğu meslektaşım uzun süredir herkesi uyardı.
Kaç yıldır cari açık sorunu bağırılıyor. Aylardır özel sektörün dış borçları haykırılıyor. “Kur düşük kaldı” diye bizde kaç yazı yazdık, kimse aldırmadı. İhracatın kompozisyonu değişti. Kimisi “Yapılabilecek bir şey yok, sistem dalgalı” dedi. Mali kesim “Dış açık sorun değil, finanse ediliyor” diye geçiştirdi.
İşadamları yurtdışında borçlanmaya devam etti. Hükümet de “Madem herkes memnun, bana ne!” dedi. Bu noktaya geldik sonunda. Şimdi açıkça belirtelim; Türkiye bir dış borç sorununun eşiğinde. Standart and Poors derecelendirme kuruluşu da bu nedenle Türkiye’nin görünümünü olumsuza çevirdi.
Dış borç krizine sürüklenme
Bizim tezimiz şuydu: 2003-2006 döneminde sıcak para çok yoğun olarak girerken bunu bir Tobin vergisiyle kapıda karşılayın. Giren para uzun vadeli girsin. Mali disiplini sıkı tutun, para politikasını gevşetin. Faizler düşecektir.
Son haftalarda içeride iki önemli veri açıklandı. Bunlardan ilki, sanayi üretimindeki hızlı düşüştü. Diğeri de çarşamba akşamı geldi; dış açıkta olağanüstü bir daralma olmuş. Ancak ne yazık ki her iki veri de yanlış yorumlanıyor. Sanayideki üretimindeki keskin düşüş küresel krize bağlanıyor ve bir durgunluğun ortasında olduğumuz belirtiliyor. Buna bağlı olarak da dış açığın düştüğü sanılıyor.
Oysa sanayi üretimindeki düşüş çok önce başlayan bir yavaşlamadan kaynaklanıyor. Aylardır bu köşede Tüketim ve Tüketici Güven Endeksi’ndeki düşüşüne işaret ediyorduk.
Şimdi bu belirginleşiyor. Gerçi elbette sanayi üretiminde ihracat ağırlıklı sektörlerin eylül ayında yavaşlaması küresel gelişmelerden bağımsız değil.
Daralma çok önce başladı
Eylül ayında ABD’de başlayan mali krizin Türk sanayisi üzerindeki asıl etkileri ise zamanla ağırlaşacak. Özellikle 2009 yılının ilk çeyreğinde bunu çok ağır hissedeceğiz. Tabii bu da ağır bir işsizlik faturası olarak karşımıza çıkacak.
Küresel durgunluk nedeniyle bir yandan ihracat azalırken, diğer yandan kurun yükselmesi, dolayısıyla ve tüketici güveninin düşmesi nedeniyle harcamalar kısılacak. Daralan iç taleple de büyüme büsbütün tökezleyecek.
T
Kurdaki hareketlilik sürüyor. Dün 1 dolar 1.63 YTL’ye kadar geldi. Bu ara her gördüğüm insan bana döviz kurlarını soruyor. Eskiden CHP ile Galatasaray’ın halini sorarlardı.
Şimdi her ikisini de sormadıklarına göre orada sorun kalmamış! Peki, döviz kuru ne olacak? Bunun yanıtlamanın kestirme yolu IMF’yle anlaşmak. Eğer bu sağlanırsa elbette kur düşer. Sağlanmazsa kısa vadede tekrar yükselme eğilimine girer.
Geçelim ayrıntılılara. 2009 yılında cari işlemler açığının 30 milyar doların altında kalacağını düşünüyorum. Çünkü petrol fiyatları 2005 düzeyine indi. Diğer emtia fiyatları da öyle. Bir de Türkiye ekonomisinin müthiş bir daralma eğilimine girdiği anlaşılıyor. Bu hafta açıklanan sanayi üretim verileri bunu gösteriyor.
Yüklü finansman ihtiyacı
30 milyar doların yanı sıra bir de mevcut borçlar ödenecek veya uzatılacak. Kısacası, önümüzdeki aylarda bu iki unsur, kuru belirleyen etmenler olacak. Borçlar uzatılamazsa kalan eksik kısım cari açığa finansman yükü olarak eklenecek.
Uzatılırken ek borç bulunursa (IMF parası gibi) cari açıktan daha düşük bir finansman gereksinimi olacak... Kamuda ciddi bir borç yükü yok. Ancak özel kesimde ve bankalarda var. Bu borcun özel kesimin
Küresel krizin iki zayıf noktadan Türkiye ekonomisini vuracağı düşünülüyor. Birincisi, özel kesimin dış borçları çevirmesindeki zorluk... İkincisi de yurtiçindeki kredilerin ödenmesinde çıkabilecek riskler.
2008’i (bitmesine iki ay kaldığından) bir tarafa bırakalım. 2009 yılında Türkiye ekonomisi olasılıkla 30-35 milyar dolar dış açık verecek. 10-12 milyar dolar da doğrudan yabancı yatırım gelecek görünüyor.
Demek ki, 20-22 milyar dolarlık açık kalacak. Bu nasıl finanse edilecek? Eğer şimdiye kadar alınan dış krediler ödenir, üstüne de bir 20-22 milyar dolar kredi alınırsa dış finansman sorunu kalmaz.
Ancak bankalar mevcut borçlarının ancak yüzde 60-70’ini yenileyebiliyor. Yani mevcut borçlarını bile çeviremiyor. Bu durum haliyle bankaların likiditesini etkiliyor. Kredi kapasitelerini azaltıyor. Daha şimdiden kredi hacimlerini azaltma eğilime girdiler.
Bankalar ve reel kesimin dış borçlarını kapatması için piyasadan döviz toplaması gerektiğinden kur yukarı eğilim gösteriyor. Bu kez de yurtiçinden alınmış dövize endeksli krediler daha riskli hale geliyor. Reel sektör bu kanal üzerinden etkilenme riski taşıyor.
Kredilerdeki hızlı artış
Küresel krizin önce mali sektörü sonra da reel sektörü vuracağını biliyorduk. Süreç şöyle olacaktı: ABD’de mali sektör çökünce, bu, Avrupa’ya sirayet edecek, sonra hem kendi reel sektörlerini vuracak, hem de daralan küresel talep dolayısıyla gelişmekte olan ülkelerin ihracatını olumsuz etkileyecekti. Bu da Türkiye gibi ülkelere durgunluk yaşatacaktı.
Biz bunu 2009 yılının ikinci yarısında bekliyorduk. Ama gelişmeler beklediğimizden hızlı gerçekleşiyor. Dün açıklanan eylül ayı sanayi üretim verileri açıkça bir durgunluğa girildiğini gösteriyor. Durum çok vahim! Şimdiden böyle olursa, ileride işsizlik büsbütün patlayacak.
Nisan ayı hariç, bu yılın hiçbir ayında geçen yıla göre daha yüksek bir imalat sanayii büyümesi elde edilmemiş. Demek ki, geçen yıla göre daha düşük bir ekonomik (milli gelir) büyüme elde edileceği neredeyse kesin.
İhracat ağırlıklı sektörler
Özellikle ağustos ayından itibaren oldukça belirgin bir daralma sürecine girildiği anlaşılıyor. İmalat sanayii geçen yıl aynı ayda yüzde 5.5 büyürken, bu yıl yüzde 5.8 daralmış. Eylülde ise bu daha da derinleşmiş. Geçen yıl yüzde 1.2 büyüyen imalat sanayii bu yıl yüzde 6.4 daralmış.
Tabii daralma her sektörde paralel bir