Türkler sebze yiyen bir millet değildir. Son yıllarda seçkin ve varlıklı kesim giderek beslenme rejiminde salata ve sebzeler daha fazla ağırlık verse de toplumun tamamı göz önüne alındığında bu gerçek henüz değişmiş değil. Rahmetli olan bir Kandıralı hemşerime sebze yemeği önerdiğimde “Ben koyun muyum, ot yiyim” derdi.
Ülkenin sebze üretiminde hala en büyük ağırlığa sahip dört ürün bulunuyor; domates, salatalık-hıyar, soğan ve karpuz. Hepsi de yaz sebzeleri. Geri kalanın ağırlığı hayli az. Kaldı ki, domatesin önemli bir kısmı ihraç ediliyor. Yani halkın tüketimi üretimden düşük.
70 milyonluk nüfus 27 milyon ton sebze üretiyor. Bunun da bir kısmı ihraç edildiğine göre halk yılda 200 kilo sebzeyi ancak tüketiyor. Kuşkusuz gelir düzeyi arttıkça ve beslenme rejimi değiştikçe sebzeye olan talep artacak ve üretim de tahıldan sebzeye doğru kayacak.
Sebze üretiminde ileri olan ülkeler sera üretimine büyük önem veriyor. Sera üretimi sadece teknolojik olarak üstün değil. Verimin yanı sıra her mevsim üretim yapılıyor. Böylece yaz dışında da gelir elde ediliyor. Oysa bizde hala domates yazın tüketilen bir sebze durumunda. Modern seracılığın sıkıntısı ise sermaye. Seracılık daha büyük
Uzun bir bayram tatili nedeniyle ipini koparan hali vakti yerinde kişi yurtdışına seyahate çıktı. Kalanlar gelenekler çerçevesinde bir bayram geçirecek. Acaba varlıklı vatandaşlarımız ülkemizin her bir köşesini iyi biliyor da şimdi yurtdışına gidiyor? Ege’de birkaç yazlık belde hariç; hayır!
Türkiye’de turizm daha çok yabancılarla besleniyor. 1980 yılında sonra bu alanda gerçekten çok önemli bir patlama yaşandı. Dünyadaki toplam turizm gelirlerinden Türkiye şimdilik yüzde 2.5 gibi bir pay alıyor. Ama zaten bu yüzde 5’e çıksa Türkiye ya dünya lideri olur ya da ilk üçten biri.
2008 yılında dünyada turizm sektörü büyüklüğünün 8 trilyon dolara yaklaşması bekleniyor. (Tabii buna iç turizm de dahil) Önümüzdeki 10 yılda ise sektörün 15 trilyon dolara... Yani neredeyse ABD’nin milli geliri kadar, yahut dünyanın şu andaki gelirinin dörtte biri kadar (tüm eğlence ve kültür dahil) bir sektörden bahsediyoruz.
Sektörün gelecekte ortalama yüzde 4.4 büyümesi bekleniyor. Hatta 2018 yılında dünya gelirinin yüzde 10’dan fazlasının (eğlence ve kültür hariç) sadece turizmden elde edileceği sanılıyor. Üstelik bu sektör müthiş de istihdam sağlıyor. Sektör halihazırda 300 milyon insana istihdam
Krizden önce önerimiz para politikasının gevşek, mali disiplinin sıkı olmasıydı. O zaman tek kaygımız cari açıktı. Bu geçti. Şimdi başka bir ortamdayız. 2009 yılına ilişkin temel kaygımız ise büyüme. Tabii bunu hedeflerken cari açığı da patlatmamak gerekiyor. Dolayısıyla, önerilerimiz de artık farklı. Tıpkı daha önce dış kaynak girişlerini sınırlı tutmayı önerdiğimiz gibi, şimdi düzenli bir kaynak girişi gerekiyor.
Elbette mali disiplinden geçici bir süre için ödün verilebilir. Ne de olsa deflasyonist bir ortama giriliyor. Fakat unutmayalım ki, kur sıçradığı için enflasyon riski de hiç yok değil. Bu nedenle mali gevşemenin çok sınırlı tutulması, daha çok bütçe harcamalarında kompozisyon değişikliğine gidilmesi daha sağlıklı.
Kaldı ki, düşen tüketim nedeniyle 2009 yılında dolaylı vergilerde ciddi düşüşler olacak, bütçe açığı da büyüyebilecektir.
Kur şu anda yüksekken aceleyle iç tüketimi canlandırmak yerine, 2010 yılına hazırlık yaparak ihracatçı sektörlerin önü açılmalıdır. Para politikasında gevşeme için kesinlikle acele edilmemelidir. Üstelik faizleri şu aşamada hızla düşürmek ne yatırım sağlar, ne de iç talebi canlandırır. Bugün birçok kesimin önerisi sanki cari işlemler
Ekonomiyi yönetmek ciddi bir iştir. Asla para kazanma becerisiyle karıştırılmaması gerekir. Para kazanma risk alma yeteneği ya da sanatıdır. Fakat ekonomiyi yönetmek riskleri ortadan kaldırma uğraşıdır. Yani ikisi farklı işlerdir. Kurnazlıkla para kazanılır. Ama kurnazlıkla ekonomi batırılır.
Özetle, çok para kazanmayı bilen herkes daha iyi ekonomi bilmez. Öyle olsaydı, ekonomi dalındaki tüm Nobel ödüllerini işadamları süpürürdü. Yahut da ekonomide otorite olmuş herkesin Karun gibi zengin olması gerekirdi.
Ama ilginçtir, ülkemizde her ekonomik sorun çıktığında mikrofonlar işadamlarına yöneltilir. Tabii onlar da bilip bilmeden ahkâm keser. Toplum da (özellikle 1980 sonrası) varlıklı olmayı yücelttiği için bunu önemser. Oysa işadamlarına, çözümden çok, sorunu sormak yeterlidir.
Mutlaka paket
Geçen hafta ekonomi yönetmenimiz İbrahim Ekinci arayarak “Günlerdir işadamlarına sorunlarını ve beklentilerini soruyoruz. Bunların geçerliğini bir değerlendirebilir misiniz?” dedi. Böylesi bir talebi tabii çok yerinde bulduk.
Son haftalarda iş çevrelerinin koro halinde “Paket isterük” diye bir lobi faaliyetine girdiği gözleniyor. Bunu da taksitle değil peşin bir açıklamayla istiyorlar.
Bu krizin ne kadar süreceği üzerine çeşitli görüşler var. Bunların kimisi ABD ekonomisinin 2009 yılının üçüncü çeyreğinde toparlanacağını düşünüyor. Bunlar iyimser olarak niteleniyor. Kimisi de 2009 yılının kayıp yıl olduğunu, 2010’dan önce işlerin düzelmeyeceğini düşünüyor. Bazıları ise daha da derin bir krizin oluştuğunu, tıpkı 1929’da olduğu gibi bir yıldan uzun bir krize kendimiz alıştırmamız gerektiğini belirtiyorlar.
Gerçek hangisi? Bunu şimdiden kestirmek güç. Üstelik hiçbir küresel kriz aynı sürede tamamlanmış değil. Alınacak tedbirlerin isabetli oluşuna, zamanında hareket edilmesine ve siyasal istikrara bağlı olarak toparlanma çabuklaşabilir.
Aşağıdaki grafikte 4 büyük küresel krizin süreleri ve derinliği görülüyor. Tabii süre uzadıkça derinlik de artıyor. Örneğin, 1929-1930 krizi hem uzun sürmüştü, hem de düşüş daha yüksek olmuştu. Öte yandan 1973 petrol krizi ve teknoloji hisselerinin çöktüğü 2000 krizi ise aynı oranda düşüşlere rağmen, ikincisi 200 gün daha uzun sürmüştü.
- 1929-1932 krizi 810 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 90 oranında düştü.
- 1973-1974 krizi 450 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 48 oranında düştü.
- 2000-2002 krizi 660
Yakın zamanlarda parlayan özel üniversitelerden biri de Bahçeşehir. Üniversitenin medyatik öğretim üyelerinin yanı sıra bir de Boğaz’a oturmuş kampus avantajı var. Bunun yanı sıra bol bol konferans ve panel düzenleyip üniversitenin popülaritesini artırıyorlar.
Geçen hafta Bahçeşehir Üniversitesi, Columbia Üniversitesi’nden (ABD) üç öğretim üyesini küresel kriz konusunda bir panel için davet etmiş. Bunlardan biri de 1999 yılında Nobel ödülü alan Robert Mundell’di. Tabii çok ilgi çekti.
Mundell bundan 30 yıl önce çok genç ve parlak bir ekonomistti. Karşılığını da Nobel ödülüyle aldı. Onu şöhret yapan farklı kur sistemlerinde farklı politika etkinlikleri elde edildiğini gösteren katkılarıydı. Özellikle esnek kur sistemlerinde fiskal, yani maliye politikasının (açık ekonomilerde ve mali akımların serbest olduğunda) etkisinin sınırlı olduğunu göstermesi önemliydi. Buradan hareketle, bugün Batı ekonomilerinin bol kepçe kamu harcamasını Mundell beyhude buluyor..
Canlanmada beyhude çaba
Mundell, Keynezyen tip kamu destekli canlanmaya karşı çıksa da onu muhafazakâr bir Kanadalı iktisatçı sanmak yanlış olur. Unutmayalım ki Keynes, analizlerini kapalı bir ekonomi üzerinden yaparak
Okurlarım bilir. Düşük kur, yüksek faiz politikasına öteden beri karşıyım. Hem de herkesten önce eleştirmeye başladım. Kalkınmanın ihracatla sağlandığına inanırım. Bu da kurla sağlanır. Dış ticaret fazlası olmayan bir ülke de dünya lideri olamaz. (ABD istisnadır.)
Yüksek faiz kuşkusuz sıcak parayı çeker. Bu sıcak para Merkez Bankası tarafından sterilize edilip rezervlere katılmazsa, ulusal para değerli olur, içerideki üreticiler ithal ürünlerle baş edemez. Dahası, ihracatın kompozisyonu değişebilir. Katma değeri yüksek istihdam sever ihracat baltalanmış olur.
Öte yandan, baskılanmış kur turizmi de baltalar. Türkiye ucuz olmaktan çıkar. Yurtdışı ucuz hale gelir ve insanlar çantalarını topladığı gibi her bayram seyahate çıkar. Bunların hepsi doğru ama Türkiye’de dış açık sorununun temelinde sadece ucuz kur mu var? Hayır.
Enerji ithalatına bağımlılık
Türkiye ekonomisi 2002 yılında 7.3 milyar dolar dış ticaret, 1.5 milyar dolar da cari açık vermişti. O zaman petrolün varili 23 dolar kadardı. Her geçen yıl petrolün fiyatı arttı. İthal ettiğimiz enerji pahalı hale geldi.
2002 yılında Türkiye’nin enerji ithalatının faturası 9 milyar dolardı. 2007 yılında bu 34 milyar dolara çıktı.
2001 yılında Türkiye’de bir mali kriz çıktığında hemen herkes tedirgindi. Bazı büyük işadamları tüm servetlerini yitirmişti. Bunların bir kısmı bir an önce ekonominin toparlanmasını diliyor, bazıları da bankası fiilen sermayesini yitirdiği için elini açmış devletten yardım bekliyordu.
Ekonomi daralmış, çalışanların bir kısmı işini kaybetmişti. Büyük zorluklarla mücadele ediliyordu. Ekonomide toparlanma sadece alınan ekonomik önlemlere değil, aynı zamanda morallere bağlıydı. Moraller de darmadağındı. Kur yükseldikçe, faizler hopladıkça, borsa da çöktükçe herkesin maneviyatı çöküyordu.
İtibarlı bir endeks oldu
İşte o dönemde tıpkı Batı ülkelerinde olduğu gibi birkaç meslektaşımla birlikte (Michigan Üniversitesi (ABD) sistemine bağlı kalarak) bir tüketici güven endeksi oluşturma fikri gelişti. Bu tasarımızı CNBC-e televizyonunun patronu Ferit Şahenk’e götürdük. O da destek verdi ve o zamandan beri her ayın ilk çalışma günü sabahı bu endeks açıklanıyor.
Bu endeksten hareketle birçok akademisyen arkadaşım bilimsel çalışmalar yaptı. Bunlar ulusal ve uluslararası konferanslarda sunuldu, dergilerde yayımlandı. Ayrıca Merkez Bankası, IMF ve birçok yabancı kurum bu endekse itibar etti.