İç talep iki unsurdan oluşuyor. Biri tüketim, diğeri de yatırım. Hafta başında CNBC-e Tüketici Güveni’nin son 6 yılın en düşük düzeyine geldiğini gösterdi. Üstelik dayanıklı tüketim malları eğilimini gösteren Tüketim Eğilimi Endeksi inanılmaz derecede düşmüş. Zaten birkaç aydır beyaz eşya ve otomotiv sektöründen bu feryatlar gelmeye başlamıştı.
Yatırım konusunda ne yazık ki, elimizdeki tek resmi veri milli gelir rakamları. Üç ayda bir ölçüm yapılan, bir o kadar da gecikmeyle yayımlanan verilerin yararı da sınırlı oluyor. Bu nedenle ülkedeki yatırım eğilimi ölçerken yatırım malları ithalatını gösterge olarak kullanıyoruz.
Aşağıdaki grafikte aylık ithalat yatırım malları ithalatının bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde artışları ile Tüketici Beklenti Endeksi karşılaştırılıyor.
Sonuç oldukça şaşırtıcı; beklentiler bozulduktan 3-4 ay sonra yatırım eğilimi de azalıyor. Altı ay içinde de yatırım malları ithalatı düşüyor.
Tüketici Beklenti Endeksi 2006 yılında bir ölçüde dalgalandıktan sonra, 2007 yılının ağustos ayında en üst düzeyine kavuşmuş. Ama hemen ardından düşmeye başlamış. Ve bu 2008 Nisan’ına dek soluksuz sürmüş. Yani tam 8 ay boyunca beklentiler olumsuz yöne gitmiş.
Ekonomide bazı hedefler birbirleriyle çelişebilir (policy trade-offs). Bu durumda siyasal tercihler öne çıkar. Örneğin Türkiye’de enflasyonun yükseldiği gözleniyor. Bunun için izlenecek politika belli. Para ve maliye politikası sıkılaşmak zorunda. Bu aynı zamanda dış açığı da daraltacak. Fakat Hükümet bir yandan da büyüme ve işsizliği azaltmak istiyor. Bu da enflasyonla mücadele politikasıyla örtüşmüyor.
Öte yandan, dış açığın azalması için kurun yüksek, ulusal paranın değerinin düşük tutulması gerekiyor.
Mücadele dezavantajlı
Bu sefer de bu politika enflasyonla mücadele dezavantajlı hale geliyor. Haliyle Merkez Bankası kurların bu düzeyde kalmasını istemiyor. Ancak şu aşamada yapacağı bir şey yok. IMF ile anlaşma olursa kurlar düşecek ve enflasyon mali disiplinle aşılacak. Dış açık sorunu da varlık fiyatlarındaki düşüşe bağlı olarak gelişecek.
Ekim ayına ait enflasyon verilerinin herkesi hayrete düşürdüğü anlaşılıyor. Çünkü ağustos ve eylül aylarında enflasyon geçen yılın aynı aylarına göre daha düşük seyrediyordu. Ekim farklı oldu. Aslında her ekimde enflasyonda artış gözlenir. Yaz biter, meyve-sebze fiyatları artar. Öte yandan yaz sonu indirimleri bittiğinden giyim
Türkiye tarihsel olarak zor dönemlerinden birini daha yaşıyor. Öylesine ki, sadece bir ekonomik krizle değil, aynı zamanda da rejimi ve ulusal bütünlüğünün tehditle karşı karşıya olduğu görülüyor.
Siyasal ve sosyal sorunlar ekonomik krizler sonucu oluşabilir. Mevcut sorunlar ise ekonomideki kötüleşmeyle büsbütün derinleşir. Öte yandan, siyasal ve toplumsal istikrarsızlığın tırmandığı koşullarda ekonomik gelişme de sağlanamaz. İşte Türkiye’nin içine girdiği kıskaç da bu.
Ülkemizde PKK’nın terörist faaliyetler içinde olduğuna kuşku yok. Fakat bir ülkede terör eylemlerinin olmasıyla ayaklanmaların başlaması farklı olgulardır. Güneydoğu’da birçok ilde halkın bir kesiminin, farkında olmasalar da ayaklanma içine girdikleri görülüyor.
Açıkça, devlete başkaldırılıyor! Ellerde Apo resimleri, Kürdistan bayrağı ve polise atılan taşlar! Başbakan’ın o bölgedeki her ziyaretinde esnaf, ya tehditle, ya da kendi isteğiyle dükkânını kapatıyor. Ne üzücü bir durum!
Terör ve ayaklanma
Bir zamanlar DTP milletvekillerini terörist PKK ile ayrıştırmak gereğinden söz eden neoliberal kesim şimdi ne diyor? Oysa DTP’yi demokratik barış için bir umut olarak görüyorlardı. Şimdi DTP bizzat bu kışkırtmayı
Ekonomik büyümenin bilinen 3 motoru var; ihracat, yani yurtdışı için üretmek, yatırım yapmak yahut yurtiçindeki tüketim talebini karşılamak. Küresel krizin getirdiği durgunlukla ihracat pazarlarında Türkiye’nin bir hayli zorlandığı gözleniyor. İç talepte de durum parlak değil. Yatırımlarda zaten 2006 yazından bu yana çok hızlı bir yavaşlama gözleniyordu. Şimdi de tüketim çöküyor.
Tüketimin çökmesinde kimse bahane aramasın. Kur elbette etkili. Ama onun ötesinde bir belirsizlik tüketim eğilimi ve güvenini sarsıyor. Yani asıl önemlisi, beklentilerin bozulması. Dün CNBC-e’nin açıkladığı verilerde, son 6 yılın en olumsuz noktasına inildiği görülüyor. Bu, gözlerden kaçmaması gereken son derece önemli bir konu.
Çünkü 2009 yılında ihracatla büyüme sağlanamayacaksa, yatırımlar da iyiden iyiye düştüyse, büyüme neyle sağlanacak? Tüketici Beklenti Endeksi 6 aylık gecikmeyle yatırım malları ithalatını etkiliyor. Demek ki, 2-3 ay içinde yatırımlar etkilenecek ve belki de 2009 yılında yatırımlar hiç artış göstermeyecek.
Tüketici güveninin çöküşünde en etkili olan etmen ise Tüketim Eğilimi Endeksi’ndeki düşüş. Gerçi nisan ayında tüketim eğilimi daha düşük bir düzeydeydi, ama yine nisan
Son on yıldır Türkiye’de düşün dünyası ile siyasal alanı ağır bir neoliberalizm bombardımanı altındaydı. Öylesine ki sol aydınların bile bir kesimi bunun baskısı altında taraf değiştirmek zorunda kaldı. İlginçtir, nasıl sigarayı bırakanlar son derece alerjik olur, solu bırakanlar da o denli husumet içinde sola saldırdı.
Türkiye’de neoliberallerin haklı bir tezi var. Çekici gelen de bu tez; ülkemizde demokrasinin yeterince sivilleşmemesi, özgürlüklerin yeterince yaygınlaşmaması ya da kökleşmemesi ile devletin kendisini “yurttaşına hizmet” etme sorumluluğunda görmemesi. Ve tabii bir de Türkiye’de solun jakoben bir geleneğin üstüne oturması hep neoliberallerin elini güçlendirdi.
Muhafazakârlarla olan ittifak
Bununla beraber, yakın zamanda ülkemizdeki neoliberal aydınların muhafazakâr kesimin ideolojik avukatlığını, hatta önderliğini üstlenmesi hayli şaşırtıcı oldu. Çünkü Batı’da liberallerin en fazla çatıştığı kesim aslında muhafazakârlardır. Liberal kesimin, özellikle yaşam tarzıyla ilgili, öylesi tezleri vardır ki, muhafazakârla kanlı bıçaklı olmaması olanaksızdır. Bu nedenle ülkemizdeki neoliberallerin gerçekten özgürlükçü olup olmadığı kuşku yaratıyor.
Dikkat edilirse,
Son iki aydır ABD’de çıkan ve dünyaya yayılan küresel krizle beraber Türkiye’de de mali piyasalar karıştı. Dövizde çok ciddi bir hareketlilik görülmeye başladı. Buradan da anlaşıldı ki, yabancılar hızla Türkiye’den çıkışa geçti.
Bu çıkışın iki nedeni vardı. Birincisi, ABD’de inanılmaz bir güven krizi sonucu oluşan likidite sıkışıklığıydı. Mali sistemdeki oyuncular hemen her ülkede dolar bulup ABD’ye taşımaya çalıştı. Ancak daha önemlisi, risk iştahı iyice azaldığı için, dış açığı yüksek olan ülkelerden hızla çıkmak istendi. Tabii başta da Türkiye gibi ülkelerden. Bu da o ülkelerde kurları zıplattı. Nitekim ülkemizde dolar 1.17 YTL’den 1.72 YTL’ye fırlayıverdi.
Türkiye’den çıkan bu sıcak para konusunda ise farklı rakamlar telaffuz ediliyor. Kimisi 15 milyar dolar gibi rakamları belirtirken, kimisi de 50 milyar dolara varan tahminler yürütüyor. Borsadaki kayıplar, bonolardaki yabancı payları üzerinden hesaplar yapılıyor.
Vatandaş sattı, yabancı aldı
Yabancılar bir ülkeden çıkıyorsa, o ülkenin parasını verir, karşılığında dolar veya euro alır. Yani birilerinin de dolar ya da euro’sunu bozması gerekir. 29 Ağustos’tan başlayarak 10 Ekim’e dek Türkiye’de gerçek kişilerin 5.5 milyar
Tarih 10 Ekim 2008. Bundan tam 20 gün önce. Dünyada kriz patlamış, her ülke kendi çapında önlemler alıyor. Biz de bu köşede tıpkı İrlanda gibi mevduata tam güvence verilmesini öneriyoruz. Ankara’daki yetkililer bunu “gereksiz” görüyor. Ancak önceki hafta Vatan gazetesinde Aydın Ayaydın’ın köşesinde okuyoruz ki, böylesi bir hazırlık sürüyor.
Adı üstünde, “önlem”. Yani bir sıkıntıdan önce yürürlüğe konulan çözüm. Oysa yabancılar çoktan çıkışa başladı bile. Yani sınırsız mevduat garantisi sağlansa da artık bir önlem sayılamaz. O gün dolar 1.40 YTL idi. Bugün 1.70 YTL düzeyinde!
Bazı ekonomistler MB’nin bankalarda açtığı döviz mevduatlarının limitlerinin artırılmasını istemişti. Dün Merkez Bankası bu limitleri iki katına çıkaracağını açıkladı. İşe yaradı mı? Hayır. Çünkü artık iş çığırından çıktı. Olay bir döviz likiditesi sorunu değil. Yabancı fonlar çıkıyor.
Mevduat neden gelsin?
Bir başka konu da (çoğunluğu İsviçre’de olan) yurtdışındaki paralar. Hükümet 100-150 milyar dolarlık bu paraya gözünü dikmiş. Fakat yurtdışından bu paraların gelmesi olanaksız. Beyhude hayallerle zaman geçirmemeli. Bu tip kararlarda insanların aynaya bakması yeterli! O paralar vergiden kaçırmak
2000 Kasım krizine Türkiye neden girdi? O tarihte IMF yoktu da sonra mı yetişti? Hayır. Türkiye, IMF’nin tasarladığı bir istikrar programını uygularken krize sürüklenmişti. Yani normal koşullarda IMF’yi tekme tokat kovalaması gerekti. Ancak Türkiye 2000 Kasım krizinden sonra çok ciddi dış ve kamu finansman açığına düştü. Yani borca ihtiyacı vardı. Bu da ancak IMF’den elde edilebilirdi. Para için IMF’yi kovamadı.
IMF de hatasının bilinciyle bu parayı sağlamakla kendini yükümlü gördü. Bu arada batma riskiyle karşı karşıya olan büyük sermaye kesimi de medyada siyaseti günah keçisi yaptı. IMF’yi ise göklere çıkardı. Nihayet borç harç krizden çıkıldı. Sonra da küresel likidite bolluğuyla bugünlere gelindi.
Tekrarla altını çizelim; Türkiye’yi 2001 krizine sürükleyen, IMF’nin yanlış ve riskli bir reçete olan kura dayalı istikrar politikasıdır. 2001’den sonra Türkiye’yi krizden çıkarıp bugünlere getiren de IMF değil, küresel likidite bolluğudur. Şimdi o bolluk kalkıyor, peki Türkiye sallanmayacak mı? Ne sallanması, belki de sarsılacak!?
Krizden nasıl çıkıldı?
2000 Kasım krizini anımsayalım... Piyasada likidite darlığı var. Tıpkı bugün ABD’de olduğu gibi... Merkez Bankası piyasaya