Önceki gün Başbakan başkanlığında toplanan ekonomi kurmayları orta vadeli mali program ve buna bağlı olarak mali programı tartışmışlar.
Toplantı öncesinde Başbakan Erdoğan sağlık harcamalarının hızla artması karşısında “Bütçe açık verirse versin, bu konuda atmamız gereken adımlar var, çünkü yarış halindeyiz” demiş.
Burada iki konu var. Biri, gerçekten bütçe açığı önemsiz mi? Tartışmakta yarar var. İkincisi de bütçe açığının asıl nedeninin anlaşılması gereği.
Her ekonomik musibet gibi bütçe açığının azı önemsenmeyebilir. Hatta küçük bir bütçe açığı ekonomiye canlılık bile kazandırabilir. Zamanla vergilerde artış sağlar. Bütçe açığı daha sonra kapatılmış olur.
Ancak yüksek dozlu bütçe açıkları çok risklidir. Bütçe açığının büyümesi öncelikle enflasyon riski yaratır. Özellikle bütçe açığı ek vergiler yahut da borçlanma ile karşılanmaz, para basılmasıyla karşılanırsa, bu enflasyona neden olur.
Ülkemizde bütçe açıkları artık Merkez Bankası’ndan karşılanamıyor. Böylece borçlanma hızla artıyor. Borç dinamikleri de olumsuz etkileniyor.
Son aylarda zaman zaman bu köşede, ekonomiden uzaklaşarak basınla ilgili sorunları tartışıyorum. Hayli de destek buluyorum. Türkiye’de ekonomi ne kadar sorunluysa, basın da o kadar sorunlu.
Benim köşe yazarlığı serüvenim bundan 21 yıl önce bir yerel gazetede başladı. Yeni Yüzyıl gazetesiyle ulusal basına transfer oldum. Son 9 yıldır da Milliyet’teyim. Elbette gazeteciyim diyemem. Ben bir öğretim üyesiyim. Ancak basın hakkında epeyce bilgi edindiğimi belirtebilirim.
Bundan birkaç ay önce gazetelerin fiyatlarından şikâyet eden iki yazı yazmış, basının en büyük patronu olan Aydın Doğan’ın “tiraj kaybetme” endişesiyle zam yapmamasını eleştirmiştim. Malum, Türkiye’de gazetelerin çoğu zararda. Batı’da da gazeteler benzer maliyetlerle basılıyor, ama çok daha pahalı. Aydın Doğan’ın benden etkilendiğini sanmıyorum, ama gazeteler son aylarda, krize rağmen bir hayli zam yaptı, çok da hayırlı oldu.
Basının birinci özgürlüğü
Türkiye’de basının özgürlüğü tam puanlık bir iletişim fakültesi doktora tezi konusudur. Basının birinci özgürlüğü haber konusu olanlaradır. Malum, şirketler sık sık haber olur. Ancak bu şirketler aynı zamanda reklam verdiğinden haberleri etkilemeye çalışabilir. Bu
Birkaç gün önce bir arkadaşım Katolik misyonerlerinin hazırladığı bir bilgisayar sunumunu yolladı. Sunumu Katolikler hazırlamış. Batı’daki Müslüman nüfusun artmasından müthiş derecede rahatsız olan Katolikler, bir süre sonra Müslümanların Batı ülkelerini işgal edeceğini düşünüyor. Sunum ilginç veriler içeriyor.
Bir kültürün, yahut da ırkın devam edebilmesi için asgari doğurganlık oranının yüzde 2.11 olması gerekiyor. Bu oran 1.9’a düşerse büyük sorun. Toparlamak 80-100 yıl alıyor. Hele 1.3’ün de altına düşerse artık o kültürü yeniden yaratmak mümkün olmuyor.
Fransa’da bu oran 1.8, İngiltere’de 1.6, Yunanistan ve Almanya’da 1.3, İtalya’da 1.2 ve İspanya’da da 1.1. Kısacası, tüm Avrupa’da doğurganlık oranı 1.38. Bu bugünkü Avrupalı kültürünün yakın gelecekte silineceğini gösteriyor. Öte yandan, Avrupa’da nüfus, göçler ve sığınmalarla azalmaktan kurtuluyor. Ama bu göçmenlerin yüzde 90’ı Müslüman.
Fransa ve Müslümanlar
Fransa’da doğurganlık oranı yüzde 1.8 olsa da, bu ülkedeki göçmen Müslümanların doğurganlık oranı tam yüzde 8.1! Böylece Fransa’da son yıllarda 20 yaşının altındaki çocukların yüzde 30’unu Müslümanlar oluşturuyor. Bundan 20 yıl sonrası (2027) düşünüldüğünde de
Ülkemizde nüfus artışı konusunda farklı görüşler var. Yıllar önce Rahmetli Vehbi Koç nüfus artışının kontrolüne inandığı için Aile Planlaması Vakfı’nı kurmuştu. Yine 1960’lı yıllarda Dr. Nusret Fişek Sağlık Bakanlığı müsteşarıyken aile planlamasını başlatmıştı. Aşırı düzeydeki çocuk sayısı ülkemizde özellikle yoksul aileleri perişan ediyor. Üstelik, yüksek nüfus artışı hem kamu hizmetlerinin yetersiz kalmasına neden oluyor, hem de kentlerin sosyal dokusunun bozulmasına neden oluyor.
Öte yandan, kimileri AB’ye üyelik sürecinde hızlı nüfus artışının, yahut genç nüfusun bir avantaj olduğunu, çünkü Avrupa’da nüfusun yaşlandığını savunuyor. Kaldı ki, 1960’lı yıllarda nüfus artış hızıyla büyüme hızı arasında yakın bağ kuran ekonomi teorileri egemendi.
Genç nüfus safsatası
Bize kalırsa, bu teoriler 1980’li yıllarda ABD’de J. Simon’ın araştırmalarıyla çöktü. Yani hızlı nüfus artışının ekonomik büyüme sağladığı uzun dönemde doğru değil. Öte yandan, genç nüfus ekonomiye belli bir dinamizm sağlasa da niteliksiz olduğu müddetçe pek bir işe yaramıyor. Konuya tüketici hacmi açıcından bakmak yerine, artık üretim kapasitesi olarak bakmak daha doğru. Çünkü asrın ekonomik ve sosyal sorunu
Türkiye Kürt sorununu çözmekte zorlanıyor. Bu da gayet doğal. Devletin uzun yıllar ciddiyetle eğilmediği bir sorunu hemen çözmesi beklenemez. Fakat daha sıkıntılı olanı Kürtlerin ne istediği. Özgürce Kürtçe konuşmaktan tutun da, özerk kolluk kuvvetine kadar her türlü istek ifade ediliyor. Yani sorun iyiden iyiye karmaşık. Karmaşık bir soruna da nihai bir çözüm (panacea) bulmak çok zor.
Öncelikle kafamızı kuma gömmeyelim, bir gerçeği görelim. PKK, Kürt sorunundan beslenmiş olsa da, kökeninde bir bağımsızlık silahlanmasıdır. Kimse eline silahı alıp “Demokrasi yok, kimliğimi ifade edemiyorum” diye dağlara savaşmaya çıkmaz.
PKK’nın kaynakları
Nitekim, Kürt etnisitesi gerçeği konusunda son yıllarda yapılan çeşitli açılımlar PKK’yı gevşetmemiştir. PKK “Böyle giderse bizim dağda işimiz kalmaz” dememektedir. Öte yandan, Öcalan ayrı devlet kurma fikrine “artık” pek sıcak bakmadığını söylese de, özerk kolluk kuvveti barındırmayı istemekten kendini alıkoyamamıştır. Ayrıca PKK’nın Kuzey Irak’ta ayrı bir siyasal etkinlik kazanmaya çalıştığı biliniyor. Bu da akıllara bağımsız bir devlet arzusunu çağrıştırıyor.
Terörist PKK’yı bugün Kürt sorunun yanı sıra çeşitli bölgesel stratejik
1970’li yıllarda AKP’nin siyasal selefleri “turizm ahlak götürür” derdi. Benzer biçimde Başbakan Tayyip Erdoğan da birkaç yıl önce “batının kötü taraflarını değil, iyi taraflarını alalım” demişti. Kuşkusuz yabancı turistleri kastetti. İlginçtir batıda da Erdoğan gibi düşünenler var. Geçen yıl (13 Eylül 2008) Washington Post gazetesinde Elizabeth Becker imzalı bir haber-yorum yayımlanmış ve turizm sektörünün verdiği zararlar işlenmişti.
Turizm ABD için 21. yüzyılın en önemli sektörlerinden biri; 14 trilyon dolarlık milli gelirin 1.2 trilyon doları bu kesimden elde ediliyor. Dünyada ise 1960 yılında turizm sektörü emeklerken seyahat yapan kişi sayısı 25 milyondu. 1970 yılında bu 165 milyona ulaştı. Geçen yıl ise sayı 900 milyona dayandı. Böylece 7 trilyon dolarlık bir pazar oluştu.
Doğru yönetmek gereği
Bundan 5 yıl önce Birleşmiş Milletler Turizm Örgütü kuruldu ve kendine iki hedef koydu; birincisi, yoksul ülkelerin turizm endüstrisinden yararlanması, ikincisi de küresel turizm patlamasından olabildiğince büyük pay kapması... Bu örgütün başındaki Geoffrey Lipman’a göre bu endüstrinin en önemli özelliği hem yoksulluğa karşı etkin olması, hem de çevreyi korumaya özen
Bugün ramazan ayına girmiş bulunuyoruz. Bodrum’dan da hemen herkes dönüyor. Çünkü Bodrum’da yaygın bir söylenti var: “Bodrum’a ramazan girmez”. O zaman insanlar da bu mübarek ayda evlerine döner! Neyse bu işin hicvi. Asıl dönüş nedeni elbette okulların açılacak olması.
Geçtiğimiz haftalarda basında Bodrum üzerine epeyce yazı çıktı. Soluğu Bodrum’da alan gazeteciler gündüzleri plajlarda, geceleri de barlarda geçirdiğinden yazılar Bodrum üzerine yoğunlaştı! Bizim ise Bodrum tatilimiz iki hafta önce bitti. Ama aklımız Bodrum’da kaldı.
Bodrum’da tatildeyken, iki yangın seyrettik. İkincisinde, yanımdaki arkadaşım, “Anız yakıyorlardır” dedi. Fakat biz bir Kandıralı olarak, Anadolu’da anızın ekin tarlasında yakıldığını biliriz. Oysa Bodrum’da ekin tarlaları yakılmıyor. İhmalden yangınlar çıkıyor. İşin vahim tarafı, Ortakent’ten Yahşi’ye uzanan bölgede yangına kim yetişecek? Bölgede alt belediyelerin değil, tüm belediyelerin yetiştiği bir itfaiye sistemi gerekmiyor mu?
Küresel kriz de Bodrum’a gelmemiş
Türkbükü bir magazin merkezi. Maşallah ar damarı çatlamış ne kadar naylon tip varsa orada. Yalıkavak ve Gümüşlük ise akşamları balık yenen mekânlara dönüşüyor. Peki, bu mekânların
“İnsanoğlunun başına gelebilecek en kötü şey nedir?” diye sorsalar, “büyük bir hatadır” diyemeyiz. Allah korusun her insan, her hatayı yapabilir. İnsanoğlunun başına gelebilecek en kötü durum ise bu hatasından dolayı utanma duygusunu kaybetmesidir. Halk dilinde biz buna “ar” deriz. Ar damarının çatlaması, arsızlık, en kötü durumdur! Öylesine ki, kızdığımızda bile birine “utanmaz” diye bağırırız.
Mesela hırsızlar yakalandığında çaldığından utanmaz. Artık arsızlaşmıştır. Katil de öyle. İnsan öldürmek onu rahatsız etmiyordur. Rüşvet yiyen bir memur, örneğin bir hâkim ya da polis yakalandığında yüzü kızarmıyorsa artık o arsızlaşmıştır. Yalan söyleyen bir politikacı, aldatan bir eş, dolandıran bir ortak, yakalandığında bunu hayatın doğal akışı gibi görüyorsa, utanma duygusunu kaybetmiştir. Allah insanı böyle bir duyguyu kaybetmekten korusun!
Çevre ve medyanın rolü
Utanma duygusu aile ve çevre tarafından işlenir. Çevre dediğimiz faktörün de günümüzde basın tarafından oluşturulduğunu biliyoruz. Basın, son günlerde 70’ini aşmış bir adamın 17 yaşında bir kızla evlenmesini ayıplıyor. İyi güzel de, buna benzer durumlar, ikoncanlar tarafından yapıldığında hergün bal gibi manşet