İlk bakışta gerçekten ekonomide olumlu bir hava gözleniyor. Üç yıldır hızlı bir büyüme performansı sergileniyor. Yıl sonunda üç yılda milli gelir yüzde 24 büyümüş olacak. Öte yandan, üç yılda enflasyon yüzde 69dan yüzde 9a düşmüş olacak. Bu da muhteşem. Ancak ekonomide belli kırılganlıklar hala sürüyor. Ve AB bunlara merhem olamaz.Birincisi, şu borç konusu. İkincisi, dış denge. Üçüncüsü, sosyal güvenlik sistemi. Ve nihayet bize göre, mali sistemde kırılganlıklar sürüyor.Borç 2001 yılının sonuna göre çok daha yüksek. 2001 yılı konsolide borç stoku 124 milyar dolardı. Şimdi ise tam 207 milyar dolar. Yüzde 67 büyümüş. Peki, hiç mi mali disiplin uygulanmadı? Elbette uygulandı. Kemer sıka sıka bir hal olduk. Bütçeden üç yılda yarattığımız faiz dışı fazla bu yıl 38 milyar dolar edecek. Nereye gitti bu para? Elbette faize. Bari borç küçülse; olmadı. Aynı kalsa; o da olmadı. Ve borç adeta katlandı. Şimdi "Borç dinamiği iyiye gidiyor, milli gelir içinde payı küçülüyor" diye seviniyoruz. Beyhude. Çünkü milli gelir TL cinsinden. Borç ise kısmen dolar bazında olduğundan, kur reel olarak değer kazandıkça, borç - milli gelir dengesi iyiye gidiyor görünüyor.Gelelim ikinci konuya. Cari işlemler
Gerek Norveç kökenli olan Finn E. Kydland, gerekse Edward C. Prescott aslında Amerikada son yıllarda iyiden iyiye yaygınlaşan yeni - klasik okulun izleyicilerinden. 60 yaşında olan Kydland Carnegie - Mellon Üniversitesinde, 63 yaşında olan Prescott ise Arizona Eyalet Üniversitesinde ders veriyor.Her iki iktisatçının da ödüle layık görülmesi aslında 1977, 1982 ve 1988de beraberce yayımladıkları üç makaleye dayanıyor. Journal of Political Economyde yayımladıkları ilk makalede, ekonomide kurallar mı, yoksa iradeyle mi hareket etme ikileminde optimal bir planlamanın yapılmasındaki güçlüğe dikkat çekmişlerdi. 1988 makalesinde ise sermaye üzerine herhangi bir vergi salınmasının planlandığı an, bu politikanın etkisinin birdenbire değiştiğini ve ödeyecek olanların pozisyon alarak tüm taleplerini yükselttiğini açıklamışlardı. Kısacası, ekonomik politikayı belli bir kurala bağlı olarak uygulamaya koyanların zamanla başka sonuçlarla karşılaşmaları çok daha olası.Gerçekten de alınan bir kararın sonucunun alınması için süreç başladığından itibaren başka hiçbir değişimin olmadığı varsayılır. Bu statik bir yaklaşımdır. Oysa konuya dinamik bir biçimde yaklaşılırsa işlerin farklı olduğu da ortaya
Ancak bu eylülün başkaca önemi var. Birincisi, enflasyon konusu. Eylül 2003 - Mart 2004 arası ortalama 0.6nın altında seyreden çekirdek enflasyon, yani özel imalat sanayii enflasyonu, daha sonra (temmuz ayını dışarıda bırakırsak) ortalama yüzde 1.5 olarak gerçekleşmeye başladı. Bu, ciddi bir sıçrayış. Özellikle petrol fiyatlarından kaynaklanan bu artışın sürüp sürmeyeceği merak ediliyor.Nitekim, temmuz ayına dek aylık tüketici fiyatları geçen yıla göre hep daha aşağıda oluşurken, temmuz ayında birden daha fazla geldi. 2003 temmuzunda enflasyon-0.4tü, bu yıl yüzde +0.2 oldu. Yine ağustosta geçen yıl yüzde -0.2 olan enflasyon, bu yıl yüzde 0.6 oldu. Eylül enflasyon verileri bu bakımdan çok ciddi önem taşıyor. Eğer bu trend devam ederse, Merkez Bankasının izlediği sıkı para politikasının anlamı daha da iyi anlaşılacak. Devam etmezse kaygılarımız azalabilir.İkincisi, ithalattaki gelişmeler. İthalatta bu yıl müthiş bir patlama yaşanıyor. Elimizdeki son veri temmuza ait. Bu ayın ithalatı haziran ayınkiyle eşit düzeyde gerçekleşmiş. Eğer ağustos ayında da aynı düzeyde kalır ya da bir miktar aşağıya giderse, dış açık konusundaki kaygılar bir ölçüde azalabilir. Özellikle tüketim malları
Rekabet Yasası tasarısı 1992 yılında Başbakan Yardımcısı Erdal İnönünün danışmanları ve diğer uzmanlar arasında tartışılırken AB kodunun benimsenmesi kararlaştırılmıştı. Yani rekabeti engelleyecek boyuta gelmiş şirketlerin bölünerek rekabetin sağlanması esası reddedilmişti. Kurulun bu haftaki açıklaması ise 4054 sayılı yasaya yeni bir vizyon getiriyor. Daha çok ABDde uygulanan "bölerek rekabeti sağlama" yöntemi öneriliyor. Gerçi kurul bu konuda bir yaptırım üstelenmiyor, sadece öneride bulunuyor. Ama bir anlayış değişikliği de ortada.İkinci konu, rekabeti engelleyen böylesi bir yapı varsa, kamu mülkiyetinde de var demektir. Oysa yasa kamu ve özel arasında bir ayrım yapmamaktadır. Yani kamu kesimi rekabeti engelleyici bir fiil içindeyse yasanın yaptırımları onu da kapsamakta ve ceza alabilmektedir. Bu son derece önemlidir. Yasanın hazırlanışı sürecinde bu konu yoğun biçimde tartışılmış ve kamu tekelinin özel tekel kadar zararlı olduğu sonucuna varılmıştır.Üçüncü konu, bu açıklamanın marka kavramını kapsamasıdır. Tekel konusunda Maltepe ve Samsun markalarının ayrı ayrı satılmasını öneren Kurul Başkanı demek ki, markaların rekabeti engelleyebileceği kanısına varmıştır. Oysa rekabet
Petrol fiyatlarının yükselişinin irrasyonel, yani mantık dışı bir spekülatif baloncuktan mı, yoksa gerisindeki reel ekonomik etmenlerden mi kaynaklandığı tartışılıyor. Dünyada petrol tüketiminin her yıl yüzde 3 oranında arttığı ve dünya petrol tüketiminin dörtte birinin Amerikada gerçekleştiği biliniyor. Buna sürpriz olarak bir de şimdi Çindeki büyümenin getirdiği ek talep geldi. Petrolün ticaretini yapanlar "risk priminden" konuşuyor. Mesela bazı uzmanlar şu andaki varil fiyatının üstünde 10 dolarlık bir prim olduğunu söylüyor. Oysa talep olmasa neyin primi olacak ki? İkinci bir gelişme ise, Rusyada Putinin Yukosa el koyması ve petrol ihracatının kesintiye uğramasıydı. Üstelik, Venezüellada Başkan Hugo Chaveze karşı gösteriler yoğunlaşınca, karşıtları petrol üretimini durdurmuştu. Nihayet, Irakta petrol üretimi bir türlü devreye sokulamayıp Suudi Arabistan petrolüne de saldırılarak üretimin durdurulabileceği kaygıları yayılınca iş çığırından çıktı. Bütün bunlar arzda gözlenen sıkıntılar. Bunun yanı sıra, petrol stoklarının zayıf olması ve sınırlı rafineri kapasitesi de petrol fiyatlarını yükselttiği tezleri hayli yaygın. Öte yandan bazı ekonomistlere göre, dolardaki değer kaybı
Doğru ya. Çalışmadan zengin olmak istiyoruz. AB üyelik konusunda üç beklenti var. Birincisi, serbest dolaşım denilen, zengin AB ülkelerinde iş bulma olanağı. Halkımızın büyük çoğunluğu bunu verilecek sanıyor. İpini koparan göç etmeye kalkacak. Ancak, malum bu Türkiyeye verilmiyor.İkincisi, tam üyelik sürecinde ekonomik uyum çerçevesinde yüksek yardım alınacağı sanılıyor. Birçoğu sanıyor ki, para yağdıracaklar, her yeri imar edecekler. Zenginleşeceğiz. Daha iki gün önce basında çıkan bir haberde sınırlarımızın AB standardına kavuşması için ciddi bir yardım alındığı yazıyordu. Ancak dikkatlice okunduğunda yapılan harcamanın çok küçük bir oranının AB tarafından sağlandığı anlaşılıyordu. Gerisi bütçemizden sağlanacaktı. Anlaşılan ortada İngilizlerin "wishful thinking" dediği hayali düşünce vardı. AB bütçesinden inanılmaz fonlar akacağı düşüncesi doğru değil. Çünkü tam üye olduğumuzda bu fonlar iyiden iyiye küçülmüş olacak. Ayrıca üye sayısı 30a yaklaştığı için bize düşen pay da küçülmüş olacak.Üçüncü sanı, tam üyelik perspektifiyle birlikte inanılmaz boyutta yabancı sermayenin akacağı.Oysa bu da çok yanlış. Çünkü;1) Tam üyelik ciddi bir süre alacak. Belki on, belki de yirmi yıl
2000 yılında kriz öncesinde toplam dış borç 118 milyar dolardı. Krizle beraber dış borçlanma yapılamadı ve ödemelerle 2001 yılında borç 114 milyar doların altına indi. 2002 yılında ise yapının birdenbire değiştiği gözleniyor. Özellikle uluslararası kuruluşlardan elde edilen mali destekle borç yüzde 15 oranında arttı. 2003 yılında bu artışın durmadığı ve yüzde 12 oranında arttığı gözleniyor.2001 yılında kısa vadeli borçlar yüzde 42 oranında azalmıştı. Özellikle IMFden gelen parayla, uzun vadeli borçlar yüzde 8 oranında arttı. Ertesi yıl uzun vadeli borçlar yine büyümeye devam etti (yüzde 18). Kısa vadeli borçlar ise hiç artmadı. Ancak 2003 yılında kısa vadeli dış borçlar, birdenbire, yüzde 40 oranında arttı. Uzun vadeli borçlar de artmayı (yüzde 8) sürdürdü. Böylece, 2003 yılında dış borçlarımız yeniden hızla artmaya başladı. 2004 yılının ilk çeyreğinde ise dış borçlar bir miktar azalma gösterse de, yıl sonunda yine net bir artış ortaya çıkacak görünüyor.2000 yılında toplam dış borcun yüzde 24ü kısa vadeliydi. Bugün ise yüzde 16sı. Bu, işin olumlu yanı. Ancak 2000 yılına göre borcun çok daha büyüdüğü unutulmamalı. Gerçi oranlara bakıldığında durum biraz daha olumlu görünüyor.
Gelelim konumuza. Türkiye çok borçlu. Özellikle de kamu kesimi. Ağustos ayında toplam kamu borcu 207 milyar dolara dayandı. Bunun yüzde 69u iç, gerisi de dış borç. Bu borç yıl sonunda oluşacak olan milli gelirin yüzde 69u ediyor. Mali sistem içinde ise bu borç neredeyse yüzde 100lük bir paya geliyor. Çünkü bankacılık kesiminin aktif büyüklüğü de toplam kamu borcu kadar.Borç büyük ve aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi daha da büyüyor. Üstelik milli gelirin yüzde 6.5i kadar faiz dışı fazla verilmesine rağmen. Demek ki, borç dinamiği iyileşiyor, yani milli gelir içindeki payı düşüyor, diye kendimizi avutuyoruz. Nitekim, enflasyon düşmesine rağmen borcun vadesi uzamıyor.Üçüncü konu, borcun dış bağımlılığı. Toplam kamu borcunun yüzde 12sinin IMF ve Dünya Bankasından geldiğini düşünürsek, ele güne ne denli borçlu olduğumuz ortaya çıkıyor. (Sadece IMFye olan net borcumuz 17.5 milyar dolar!) Öte yandan, yurtdışı finans piyasalarında da 26.6 milyar dolarlık tahvilimizin olduğu düşünülürse, global piyasalara bağımlılık boyutumuz da beliriyor.Gelelim, borcun iç kısmına. İç borcun yüzde 39u (yani 55.5 milyar doları) kamuda. Demek ki, hâlâ kamu kesimi rehabilitasyonu tamamlanmamış. Nasıl