Çok az sayıda sinemada gösterime giren (sadece 3) Havana’da 7 Gün filminden söz edeceğim. Yedi ayrı yönetmenin, yedi ayrı filmi.
Kısa filmleri oldum olası çok severim. Festivalleri hep takip ederdim. Kısa sürede anlamlı bir şeyler anlatmak, bir tat bırakmak zordur.
Havana’da 7 Gün isminden de anlaşılacağı gibi müzikleri, kadınları, dansları, denizi, rüzgarı, renkleri ile bir esinti şeklinde beyazperdede yer alıyor. Yedi filmin genelinde Havana esintisi ortak olsa da, tüm filmler için aynı hisle sinemadan ayrıldığımı söyleyemem.
Yedi ayrı yönetmenin Havana’ya yaklaşımları çok farklı olmasa da, bıraktığı his farklıydı bende.
Benicio Del Toro’nun bu kez yönetmen olarak karşımıza çıktığı ilk kısa film Havana’ya giriş niteliğinde.
Biz de, bu egzotik şehre bir yabancının, sinema festivaline gelmiş Amerikalı’nın gözünden bakıyoruz. İlk filmin dışarıdan bir gözle anlatılması isabet olmuş. Tam da “öyle” bir yer bizim gözümüzde Havana.
Bir yabancı olarak kısa sürede tanıyabilmek için şehri, adeta saldırıyoruz. Daha çok eğlencesini, danslarını, müziğini dinleme ve görme fırsatı bulduğumuz bu ilk film ile Havana’ya hızlı bir giriş yapıyoruz.
İkinci filmde bu kez yönetmen olara
Üstüste kitap tanıtımı olacak ama bu kez bir kavuşma anını aktarmak istedim.
Üniversite yıllarımın elimden düşmeyen kitaplarıydı: Afrikalı Leo, Semerkant, Doğunun Limanları…
Çok iyi bildiği Asya Akdeniz çevresini okuyucularına aktarırken sade dili kendine ait üslubuyla keyifle okurdum..
Tarihi roman okumak isteyenler için birebirdir. Olayları, gerçekleri , kültürleri aktarırken bir başka dünyada bulursunuz kendinizi. Sürüklenir gidersiniz.
Amin Maalouf evimize geri döndü.
Uzun zamandır okumamıştım.
Yeni çıkan kitaplar listesinde görünce bir anda hatırladım.
Kitaplarını arka arkaya okudum döneme gitti aklım, heyecanlandım.
Yoğun iş temposu, yorgunluk, bitkinlik...
Vücudun yorulmasının yanı sıra, beynin yorulması, konsantrasyon zorluğu, iş dışında başka şeylere vakit ayıramadan günlerin öylece gelip geçmesi...
Bazen öyle zamanlar oluyor ki kolunuzu kıprdatmaya mecaliniz kalmıyor, dostlarınızla buluşamıyor, sinemaya gidemiyor ya da en kolay şey diye düşündüğümüz kitap okumak için bile haliniz olmuyor.
Ama halbu ki okumak zor iştir. Okumak için de enerjiye ihtiyacınız var, okuduğunuzu anlamak için, kafanızı boşaltmanız gerekir. Bazı yazarlar vardır bunu sizin için yaparlar, size öyle bir dünya yaratırlar ki, okudukça rahatlar ve sürüklenirsiniz.
Polisiyeye merak sardım son zamanlarda.
Zor iş polisiye yazmak diye düşünüyorum. Okuyucuyu sürüklemek, bir yandan da gizem yaratmak.
Geçen sezonlarda severek takip ettiğim ”Bir Ankara Polisiyesi Behzat Ç.” bu sezonda bir takım hayal kırıklıkları yaratsa da (gününün değişmesi de izleme alışkanlığımı kırdı) ilgimi hala çekiyor.
Ele aldığı olaylar, konuşulmaktan çekinilen, genellikle yok sayılan konular olunca kolay kolay vazgeçilmiyor.
Bir yüzleşme dönemi yaşıyoruz.
Acılarımızla, hatalarımızla, geçmişimizle yüzleşmek için karanlık taraflarımızı aydınlığa çıkarmak üzere tüm medya araçları farklı yöntemlerle bir arayış içine girdiler.
Son dönemlerde çekilen filmler ve dizilerin birçoğunun konusu yakın tarihimize ayna tutar nitelikte.
Konuşulmaya başlanması, hatta tartışılması, üzerine filmler yapılması, yazılıp çizilmesi acıları azaltır mı bilinmez ama en azından yüzleşmek bir aşamadır diye düşünüyorum.
DEPO, Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu isimli belgesel bir sergi ve konuşma dizisiyle kendi sezonunu açıyor ve geçmişe, Türkiye’nin 60'lı yıllarda yaşadığı dönüşüme naif bir dokunuşta bulunuyor.
Öyle ki sergi ve konuşmalar zaten Sweet 60s (Tatlı 60’lar) projesi kapsamında düzenlenmekte.
Sweet 60s, Batı dışı coğrafyalarda, 60'ların büyük anlatısına dahil edilmemesi sebebiyle bilinmeyen, azımsanan ve saklı kalan bağlam ve sınırları güncel, sanatsal ve teorik bakış açıları aracılığıyla inceleyen uluslararası bir araştırma projesi.
Yazın sonuna geldiğimiz şu günlerde, hala tatil fırsatı olanlara Datça hatta Palamutbükü'nü şiddetle öneriyorum.
Aslında anlatmaya yolculuğun başından başlamak daha doğru olacak. Datça’ya Türkiye’nin neresinden gelmeyi düşünürsünüz bilemiyorum ama Bodrum üzerinden gitmenizi tavsiye edebilirim. Aksi halde Marmaris yolu da mevcut fakat çok daha karayolu ve viraj çekmeniz gerekebilir.
Bodrum’dan sabah 9:00 ve akşamüzeri 17:00 feribotlarından biriyle Datça’ya yaklaşık 2 saatte geçebiliyorsunuz. Gayet keyifli bir feribot yolculuğu olduğunu söyleyebilirim. Eğer çok rüzgar yoksa tabi.
Gelelim Datça’ya. Datça’da aslında bir gece kalıp, oranın da güzel mekanlarını keşfedip,yolculuğa devam etmek akıllıca olabilir fakat ben koylara doğru yol almanın cazibesine kaptıranlardandım.
Datça’da feribottan inenleri karşılayan bir otobüs, büklere giden dolmuşların oraya sizi bırakacak zaten. Sonrası size kalıyor.
İster direkt Palamutbükü dolmuşuna binin isteseniz ondan önceki koy olan Hayıtbükü dolmuşuyla keşfe başlayın.
Bu söylediklerim tabi arabası olmayanlar için geçerli. Ben de bunlara dahilim. Önce Hayıtbükü’ne gittiğinizde oradan Plamutbükü’ne geçmenizin zor olduğunu da
Çocukluğumun bayramlarıydı beni dönme dolaplarla ve dönen salıncaklarla tanıştıran ne kadar çok istesem de bir türlü binemedim ve çılgınca dönemedim.
Bir çarkın etrafında dönmek fikri ne kadar ilginç olabilirdi ki? İzlerdim sadece, takip ederdim aynı kişinin tekrar önümden geçmesini kimi zaman bağıran, çığlık atan kişileri sayardım. O küçük boyumla bana devasa büyüklükte gibi gelen salıncakların dönmeye başladığı o an her şey biterdi sanki hızlanır hızlanırdı ve ben izlerken küçülürdüm onun gölgesinde...
Her dönüşünde bir kez daha heveslenirdim binmeye ama durduktan sonra, inenlerin sarı yüzleri ürkütürdü beni, vazgeçerdim.
Onlar, benim çocukluğumun lunaparkındaki salıncaklardı ya da herkesin bildiği büyük, heybetli ve biraz da, her nedense ürkütücü dönme dolaplar.
Devasa büyüklükte olarak belleğime yerleşen salıncakların minyatürünü görmüştüm o an.Bir an inanamadım ama gerçekten biniyordu küçük çocuklar hem de gülerek eğlenerek...
Ürkütücü değildi bunlar... Kuştepe'de rastladım ilk onlara, sonra Haliç kıyılarında yakaladım bir kaçını: Onlar özellikle eski İstanbul'un vazgeçilmezleri, seyyar salıncaklardı.
Geliş günlerini iple çeken çocuklar harçlıklarının bir
Günlük hayatımızın bir parçası haline geldiğinde spor olmaktan çıkıp, bir tutkuya dönüşen bir aktiviteden hatta onun sinemayla buluşup bir festival olmasından bahsedeceğim: Bisiklet Film Festivali.
İki sevdiğim şeyi bir arada görünce duramadım yazmaya karar verdim.
İstanbul’da yaşayanlar için bisiklete binmek istisnalar haricinde imkansız.
Maalesef bisiklete binmeyi çocukluk aktivitesi olarak keyifle ve kısmen de acıyla hatırlıyorum.
Üç tekerlekli bisikletle başlar çoğu zaman, sonra iki tekerlekli bisiklette dengede durma calışmalarıyla devam eder.
Bir süre yardımcı yan tekerleklere ihtiyaç duyarız.
Cesareti toplayıp tekerlekleri çıkardığımızda, binebildiğimizi görmekse müthiş bir sevinç kaynağıdır.
Bazıları için bisiklet yakın bir dost gibidir.
İstanbul güncel sanat ortamlarına, bu alanda yeni açılımlara ve projelere ev sahipliği yapmaya başladı.
Elbette daha çok sahne ve gösteri sanatları odaklı işler karşımıza çıkıyor ama az da olsa disiplinlerarası performanslara rastlıyoruz.
Hatta performans sanatçılarına yönelik sanatçı rezidanslarının da açılmaya başlaması İstanbul için bir yenilik. Özellikle yurt dışından gelen sanatçılar atölyelere katılıyorlar hem de bu mekanlarda işlerini üretiyorlar.
Baştan sona bir yaratım süreci...
Bu ay performans sanatı üzerine İstanbul’da hatta Türkiye’de bir ilk daha gerçekleşiyor.
Yurtdışından İstanbul’a gelip performans yapmak isteyen sanatçıları IPA (International Performance Association) İstanbul ile tanıştırıyor, onlara üretim ve işlerini sergileme imkanı sağlıyor.
Etkinliğin işbirlikçisi “maumau sanatçı rezidansı” da tam da bu amaçla projede yer alıyor.