“Bu kente şaşırıp duruyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Bu durum beni altüst ediyor. Oysa doğduğum kent burası. Uzun yıllarımı burada geçirdim, küçüklüğümden bildiğim yerler var ama yeterli değil bu akışa ayak uydurmak gerek yoksa en iyi bildiğiniz yeri bile tanıyamıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki üzerinden asma yollar, köprüler geçmiş, gökdelenler dikilmiş top oynadığınız çayırlıklara...”[1]
Orhan Duru, kentin değişimi karşısında şaşkınlığını ve duyduğu tedirginliği dile getiriyor.
Kent insanının, yaşadığı yerle hep böyle bir problemi var.
Ne kentin değişmesini kabul etmek istiyor ne de kentten vazgeçmek.
Başını alıp gitmek istiyor çoğu zaman.
Şaşkınlıkla birlikte sürekli isyan ediyor.
Ama ne yazık ki, kentin bu hızlı temposunda, sorular sorgularıyla birlikte yaşamını sürdürüyor.
Bunu daha çok ‘taşı toprağı altın şehir’ İstanbul’da yaşıyor.
Yaz günlerinde İstanbul'da kültür sanat etkinlikleri, konserler, festivaller, şenlikler her yerde…
Bu kez sanat sokağa taşındı.
Yurt dışından önemli isimlerin konserlerinin yanında sokağın ritmi de oldukça hızlı.
Bilirsiniz, Taksim'de İstiklal Caddesi’nde her köşe başında kendi halinde müzisyenlere hep rastlarız. Bazen durur dinler ilginç gelirse, biraz daha fazla vakit geçiririz.
Ama bu kez farklıydı.
Hafta sonu yine bir İstanbul akşamında biraz hava almak, biraz yürüyüş yapmak, bir şeyler içmek, arkadaşlarla sohbet, keyifli birkaç saat geçirmekti amaç.
Festival varmış dediler koştuk gittik.
Tatile de gidemeyince, bari İstanbul’un tadını çıkaralım dedik.
Bazen insan çok sevdiği, kendini bulduğu, hatta keşfettiği yerleri pek de anlatmak, paylaşmak istemiyor.
Bu durumu kıskançlık olarak tanımlamamak lazım. Sadece tekrar gittiğinde aynı yere, her şeyi yerli yerinde bulma isteği ve oranın kıymetini bilmeyecek insanlar tarafından öğrenilip bozulmasına karşı bir önlem olarak algılanmalı.
Ama yine de dayanamayıp Selimiye’den bahsetmeden duramadım.
Orda bir köy var uzakta.
Hiç şüpheniz olmasın orası bir köy.
Buraya kadar her şey normal.
Aslında anlatmaya yolculuğun başından başlamak daha doğru olacak.
Biraz tatil anlayışımızdan ve tatil ihtiyacımızdan…
Geçtiğimiz günlerde çok eğlenceli ve renkli bir sanat etkinliğinin haberini aldım.
Bilirsiniz artık sanat sokağa taştı.
Pek de iyi oldu.
Sokak sanatları daha şenlikli, daha çekici gelir bana.
Hele hele havanın ısındığı şu günlerde sokakta olmak gibisi yok.
Açık havada sanat!
Bir yerden bir yere bile gitmenize gerek kalmayabilir çoğu zaman, birden karşınıza çıkıverir. Hatta bazen sanatçısı siz oluverirsiniz.
Tam da bu noktada bahsetmek istediğim etkinlik, katılımcı ruhunuzu öne çıkarabileceğiniz bir sanat projesi.
Belge.
Belgesel.
Belgelerin bir araya gelmesinden oluşan film.
Gerçeği yansıtıyor mu?
Yok hayır! Yönetmenin gerçeğini yansıtıyor.
Ya da salt gerçeği izliyoruz.
Bunlar belgesel denilince akla gelenler.
Belgeselin ne olduğuna dair tartışmalar sürer gider.
Şu sıralar roman okuyamıyorum.
Aslında bu sadece benim sorunum değil sanırım.
Her şeyi o kadar hızlı tüketmeye alışmışız ki, okuma alışkanlığımız da bu yönde. Hemen okuyup bitirmek, sonunu getirmek istiyorum.
Fakat günün yoğunluğu, yorgunluğu dikkatimi toplamamı zorlaştırıyor.
İşte tam bu sırada Sine Ergün’ün ikinci öykü kitabı Bazen Hayat’ı alıyorum elime.
Birincisinde Burası Tekin Değil dedi genç yazar ve hayatın tam da ortasından anlatmaya başlamıştı.
“Garson kahveleri getirdi, içine şeker attı, karıştırdı, gereğinden uzun, yüzüme baktı gülümsedi, E, dedi, sen neler yapıyorsun? İş arıyorum, işten çıkarıldım, dedim. Hala karıştırdığı kahveye indirdi gözlerini, tekrar kaldırdı, Hayat dedi, bana, ölmek istiyorum, dermiş gibi geldi. Öyle, dedim” (Burası Tekin Değil, Güzel Kız isimli öyküden)
Sanki karşınıza oturmuş anlatıyor hayata dair gözlemlerini.
Son zamanlarda televizyonda, sinemada, görsel sanatlarda sıkça karşımıza çıkan Osmanlı motifleri hiç bir zaman popüleritesini yitirmeyecek gibi gözüküyor.
Osmanlı haremi, entrikaları, taht kavgaları dizilere, sinemaya konu olurken; Osmanlı yemekleri, Saray mutfağı, kıyafetleri, işlemeleri, mimarisi, edebiyatı, müzikleri farklı disiplinlerle sıkça karşımıza çıkıyor.
Osmanlı Saray eğlencelerine dair izlediklerimiz kaynaklara dayansa da gerçekte tam olarak nasıl olduğuna dair bir kesinlik yok.
Bizim gördüklerimiz elbette ki geçmişin izinde yorumlar.
Osmanlı Saray danslarını yorumlayanlardan birisi de Berrak Yedek.
Uzun yıllardır Prag’ta Duncan Centre Konservatuvarı’nda ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne Sanatları Alanı’nda eğitmen olan Berrak Yedek, Taksim Müşterek ve Mahrem isimli çalışmalarından sonra Taksim Taksim projesiyle yok olmuş ya da unutulmuş saray danslarını hayal etmemizi sağlıyor.
Bu bir düş projesi...
Osmanlı Saray danslarını düşlemek...
Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı'nın birlikte düzenlediği 3. Antalya Televizyon Ödülleri sahiplerini buldu.
Ödül töreninde TV endüstrisinin farklı isimleri bir araya geldi.
Televizyonda da canlı yayınlanan ödül töreni, adaylar, jüri, organizasyon ve elbette ödüller hem sosyal medyada hem de basında fazlaca yer aldı.
Her ödül töreninde olduğu gibi beklentiler, hayal kırıklıkları ve sevinç iç içeydi.
Türk televizyon sektöründe yer alan, halkın beğenisini kazanmış kişilere verilen onur ödülü ise TRT ekranlarında 13 yıl yayınlanan Bizimkiler dizisinin senaristi Umur Bugay’ın oldu.
Umur Bugay anısına Senaristler Kralı Umur Bugay adlı kitap da yayımlandı.
Hatırlarsınız, karakterleriyle, mahalle, apartman yaşantısıyla, aile içi ilişkileriyle en çok da akılda kalan diyaloglarla dizi Türk televizyon tarihinde yer etmişti.
Cafer (Ercan Yazgan) “Buyruuuuun” diyerek açar apartmanın kapısını.