Çocukluğumun bayramlarıydı beni dönme dolaplarla ve dönen salıncaklarla tanıştıran ne kadar çok istesem de bir türlü binemedim ve çılgınca dönemedim.
Bir çarkın etrafında dönmek fikri ne kadar ilginç olabilirdi ki? İzlerdim sadece, takip ederdim aynı kişinin tekrar önümden geçmesini kimi zaman bağıran, çığlık atan kişileri sayardım. O küçük boyumla bana devasa büyüklükte gibi gelen salıncakların dönmeye başladığı o an her şey biterdi sanki hızlanır hızlanırdı ve ben izlerken küçülürdüm onun gölgesinde...
Her dönüşünde bir kez daha heveslenirdim binmeye ama durduktan sonra, inenlerin sarı yüzleri ürkütürdü beni, vazgeçerdim.
Onlar, benim çocukluğumun lunaparkındaki salıncaklardı ya da herkesin bildiği büyük, heybetli ve biraz da, her nedense ürkütücü dönme dolaplar.
Devasa büyüklükte olarak belleğime yerleşen salıncakların minyatürünü görmüştüm o an.Bir an inanamadım ama gerçekten biniyordu küçük çocuklar hem de gülerek eğlenerek...
Ürkütücü değildi bunlar... Kuştepe'de rastladım ilk onlara, sonra Haliç kıyılarında yakaladım bir kaçını: Onlar özellikle eski İstanbul'un vazgeçilmezleri, seyyar salıncaklardı.
Geliş günlerini iple çeken çocuklar harçlıklarının bir kısmını çoktan onlar için ayırmışlardı. Hevesle koşup, salıncaklardan birini kapmaya çalışıyorlardı.
Salıncağın elle çevrilerek dönen bir düzeneği vardı merkezde duran adam sabırla sabahtan akşama kadar bu düzeneği çeviriyordu. Çoğumuzun karşılaştığı ve belki de dikkatini bile çekmediği bu salıncakları, İstanbul'un özellikle arka mahallerinde sabırsızlıkla bekleyen çocuklar vardı.
Belki bir zamanlar İstanbul'un vazgeçilmezleriydi bunlar ya da günümüzün ayrıntıları...
Hayretle bir süre izledikten sonra, salıncakçıya işiyle ilgili bir kaç soru sorduğumda bana, dededen kalma bir meslek olduğunu ve İstanbul'da bu işi yapan sadece bir kaç kişi kaldığını söyledi.
Başta çok zevkli ve eğlenceli gibi görünen bu işin,ne kadar zor ve yorucu olduğunu biriki saat sonra anlamıştım. Günde 100-150 çocuk biniyormuş salıncağa
"Millet parasız kalmış bazı mahallelere giriyorum, millet rezillik içinde. Parası yok ama çocuğunu bindirmek istiyor. Bazıları bedava, bazıları parayla. Gidiyorum sonra 'bir daha geldiğinde veririrz' diyorlar, geldiğimde veriyorlar."
Mardin'den çalışmak için gelmişti İstanbul'a. Salıncağı Feriköy'de bir yaşlı ayakkabıcıdan aldığını anlatırken, geldiği günleri hatırlıyor ve yorgun gözlerle salıncağın etrafını saran çocuklara bakıyordu.
Çocuklar öylesine bir yarış içine girmişlerdi ki salıncakçının gelmesi onlar için mücadelenin başlamasıydı.
Salıncakçı mahallenin başında görünür görünmez hepsi bir anda evlerine dağılıyor ve annelerinden para almaya gidiyorlardı. Kimisi elinde parayla sevinçle dönerken, kimisi de salıncağın kenarından itmeye başlıyordu. Ta ki bu yardımlarının karşılığında salıncağa bedava binmeyi hakettiklerini duyana kadar.
Kimisi de bazı günler salıncağı sadece karşıdan seyredebiliyordu. Tüm bu bağrışların, çığlıkların, hatta zaman zaman elleri ya da kolları salıncağın zincirlerine kıstığı için ağlayan çocukların karşısında salıncakçı, önce duyarsızlık olarak algıladığım bir sakinlikle salıncağın kolunu çevirirken uzaklara dalıyordu.
Kartal'da sonbaharda başlıyordu serüven, İkitelli'deki kuzenleri ile beraber kaldığı bekar odasından sabahın erken saatlerinde kalkıp yola koyuluyordu.
"Sabah saat 09:00'da Şirinevler'den otobüse binip Mecidiyeköye geliyorum. Mecidiyeköy'den Gültepe'ye, oradan sonra da sırayla ilerliyorum. Bütün mahalleleri geziyorum. Gezmediğim semt kalmamıştır: Taksim, Dolapdere, Kuştepe, Kasımpaşa, Okmeydanı, Alibeyköy, Gültepe... Geziyorum her yeri..."
Levent'te yol kenarına zincirlemişti bu kez salıncağını.
"Bir türlü alışamadım" dediği İstanbul'un karışık ve kalabalık sokaklarına, salıncağı emanet ediyordu. "Ne zaman yaz gelse de gitsem köyüme diye dört gözle beklerim, başkadır bizim oraları" derken güvensiz gözlerle etrafa bakıyor, sonra salıncağın zincirlerini çözmeye başlıyordu.
Teker teker çıkarttığı demir ayakları yerleştiriyor ve bir tarafından itiyordu. Ağırdı salıncak, iterken zorlandığı belliydi, her seferinde tekrar kurmak, zincirleri tekrar çözüp, demir ayakları tekrar takmak gerekiyordu ve ilerlemek için tekrar toplamak…
Bu işi yapmazsan ne yaparsın diye soruyorum:
"Yok zaten bu işi yapmazsam İstanbul’da olmak istemem sıkıldım yani, zaten alışamadım buraya kimseye güvenemedim, köyüme benzemiyor. Her şey farklı kötü aynı İstanbul. Yazın gitsem diye hep sabırsızlıkla bekliyorum."
Tüm İstanbul’un varos semtlerini, arka mahallelerini, ara sokaklarını geziyor, sonbahar kış ve ilkbahar geçtikten sonra yaz geliyordu.
Ve nihayet özlediği memleketi Mardin’e geri gidiyordu.
Belki İstanbul’da unutulmaya yüz tutan bir mesleğin ‘salıncakçılığın’ hikayesiydi bu, ya da sonu belli olan bir İstanbul hikayesiydi.
Kim bilir ne umutlarla İstanbul’a gelmiş, aradığını bulamamış, geri dönmeyi dört gözle bekleyen fakat dönemeyen, ne İstanbullu ne Mardinli bir salıncakçının hikayesi.