Son günlerde önce meyve ve sebzelerdeki tarım ilacı kalıntıları (pestisit), ardından sahte bal ve bitkisel yağlarla karıştırılmış zeytinyağı konuları kamuoyunun gündemine oturdu. Daha önce de süt ve ürünleri ilgili bazı iddialar gündeme gelmişti
Türkiye’de gündem mi arıyorsunuz istemediğiniz kadar çok. Yalnız benim gibi haftada bir gün gazeteye yazı yazıyorsanız hayıflanıyorsunuz. Çünkü gündemi bir hayli ıskalamak durumunda kalıyorsunuz.
Her neyse. Bakıyorum da gerek meyve sebzelerdeki pestisit kalıntıları, gerek baldaki şeker, gerekse de diğer bitkisel yağlarla karıştırılmış zeytinyağı konusunda nedense hep basın suçlu.
Türkiye’de basın sanki günah keçisi. Yukarıda saydığım konularda olduğu gibi ne zaman halkın haber alma hakkı gereği bu tür yayınlar yapsa hemen hedef tahtasına oturtuluyor.
Dürüst çalışanları tenzih ederek, halkın sağlığıyla ödediği hileli veya kalıntılı gıdaları duyururken basın suçludaaa.
Tarım ilacını istediği zaman ve istediği kadar (etikette belirtilenin üstünde) sebze veya meyveye atan üretici,
Zeytinyağına diğer bitkisel sıvı yağı karıştırıp satan pazarlamacı,
Sanayileşme süreci içindeki toplumumuzda geleneksel el sanatlarımızdan birisi olan keçecilik, artık eski önemini ve özgünlüğünü kaybetti. Anadolu’da keçe üretimi yapan merkezlerdeki keçe esnafının sayısının ve günlük yaşamda keçenin kullanıldığı alanların azalması bu gerçeği doğruluyor.
Bir zamanlar hemen herkesin evinde kullanılan keçe, uzunca bir süredir yerini birbirinden değişik renk ve desenlerle süslenmiş halılara bıraktı.
Bunu devam ettirenler, diğer sanat dallarında olduğu gibi devlet desteğinden ve kooperatif-leşmeden yoksun olarak işlerini yapıyorlar. Ekonomik sıkıntı içinde olan keçeci esnafından günümüz ekonomik koşullarına uyum sağlayabilenler şimdilik ayakta kalabiliyor, uyum sağlayamayanlar ise sanatlarını terk etmek zorunda kalıyorlar.
Ayakta kalabilenlerin bir kısmı da Tire’de ve hala geleneksel yöntemlerle keçe yapımına devam ediyorlar. İlçede dört atölye var ve bu atölyelerden birisi de Yeni Mahalle Belediye Hanı Caddesi’ndeki Cön keçecilik.
Keçenin öyküsü
Keçenin insanoğlu tarafından ilk kez nerede, nasıl yapıldığı ve kullanıldığı hakkında kesin bir bilgi mevcut olmamasına rağmen, oldukça ilginç bir hikayesi var.
Türkiye’de gündem gerçekten çok hızlı değişiyor. Bir sabah uyanıyorsunuz ve bir de bakıyorsunuz ki gündem 4+4+4’e kilitlenmiş. Bu tartışmaların uzun olacağını düşünürken araya Nevruz olayları giriyor. Bu bitmeden GDO, o bitmeden de meyve ve sebzelerdeki tarım ilaçları kalıntıları (pestisit) gündeme “pat” diye düşüyor.
Aslında her zaman konuşulması gereken tarım ilaçları, nedense ara ara gündeme geliyor. Bu sefer Greenpeace’in bundan 3 yıl önce meyve ve sebzelerden aldığı örneklerin analiz sonuçlarını yayınlaması ile irdelenmeye başlıyor. Bunun üzerine bir anda kıyamet kopuyor.
Çünkü raporda bazı meyve ve sebzelerde zirai ilaç ve kimyasal ilaç kalıntısı, limitlerin çok üstünde.
Tabii hemen ziraatçı olandan çok olmayanlar, doktor olandan çok olmayanlar konuşmaya başlıyorlar. Mübarek herkes sanki Ziraat Mühendisi veya teknikeri veya teknisyeni veya tarımla uğraşıyor.
Sonunda Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker kamuoyunu sakinleştirici bir açıklama yapıyor. Türkiye Sebze ve Meyve Komisyoncuları Federasyonu Başkanı Yüksel Tavşan, Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık, Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı İbrahim Yetkin konumları gereği bu
Genetiği değiştirilmiş gıdalar (GDO) ile ilgili gündem o kadar hızlı ki, yaklaşık bir ay arayla ya bir yazı yazmak, ya bir panelde konuşmak, veya bir konferans vermek zorunda kalıyorum.
7 Aralık’ta bu köşede Ulusal Biyogüvenlik Kurulu‘nun genetiği değiştirilmiş mısır, soya, kanola gibi ithal ürünler hakkında raporlar hazırladığını yazmıştım. Sonraki günlerde buna bağlı bilimsel komite mısır, soya, pamuk, kanola, şeker pancarı, patates ürünleri ile bakteri ve maya biyokütlesinden oluşan GDO’lu toplam 32 çeşide izin vermişti. Bunun üzerinden henüz birkaç ay geçmişken, bu kez de yargı onayları hukuka ve mevzuata aykırı buldu.
GDO’lar tüm dünyada pek çok ciddi tartışmayı içinde barındıran bir kavram. Kamuoyunda, yaygın medya araçlarında ve resmi söylemlerde ve hatta kimi siyasal çevrelerde bunlarla ilgili ciddi bir kafa karışıklığı var.
Halbuki basitçe düşünürsek, bu 150 milyar dolarlık bir pazar ve pazardan sadece birkaç şirket pay alıyor. Yoksa bunlar açlığa da çare değiller, yoksulluğu da bitirmiyorlar, tarım ilacı kullanımını da azaltmıyorlar.
Gelelim GDO`ya Hayır Platformu bileşenlerinden TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Ekoloji Kolektifi Derneği ve Tüketici Hakları
Tereyağı ile ilgili ilk kayıtlara milattan önce 8000 yıllarında Doğu Anadolu’da hüküm sürmüş olan Urartular’a ait kaynaklarda rastlanıyor. Milattan önce 2000’li yıllarda beslenme amaçlı olarak tereyağının kullanıldığı, daha sonraki zamanlarda Trakyalıların da tereyağı yapmayı öğrendikleri bildiriliyor.
Milattan önce 300’lü yıllarda tereyağı doğuda yiyecek olarak kullanılırken, Elenler ve Romalılar bundan merhem ve saç yağı olarak yararlanıyorlar. Milattan sonra. 5. yüzyılda Avrupa’da da tereyağı üretimi yaygınlaşmaya başlıyor ve 8. yüzyılda Norveç’te ilk ticari tereyağı üretilerek ekonomi içerisindeki yerini alıyor.
Sütün, yoğurdun ya da kremanın yayıklanmasıyla elde edilen tereyağı, her şeyden önce zengin bir enerji kaynağı. Bunun yanı sıra laktozun (süt şekeri) en iyi şekilde kullanımını ve vücudumuz için gerekli olan A, D, E, K vitaminlerinin taşınmasını sağlıyor. İçeriğindeki bazı bileşenler (fosfolipitler), beyin ve sinir hücrelerinin hayati önem taşıyan kısımlarını oluşturuyor.
Vücut için gerekli olan doymamış yağ asitlerini bünyesinde bulundurmasından dolayı beslenmede önemli bir rolü bulunuyor.
Yağ asitlerinden özellikle linol ve arachidon asitleri insanın
Rusya’da seçimleri Putin oldukça yüksek bir oy oranıyla kazandı. Putin seçim propagandası sırasında, yeniden devlet başkanı olursa, silah sanayinin güçlenmesi için yeni projeler uygulayacağını söylemişti.
Daha fazla silah üretmek demek, daha çok kullanmak demektir. Silahlar fareleri öldürmek için kullanılmayacağına göre, daha fazla sayıda insan ölecek demektir.
İsveç, Suudi Arabistan ile yaptığı bir anlaşma ile hem çöle füze tesisi kuruyor hem de silah üretimine yardımcı oluyor. Suudiler herhalde füzelerin yönünü aya çevirmeyecekler. Yönü masum insanların da öleceği, sakat kalacağı diğer başka ülkeler olacak.
ABD, savunma bütçesini her yıl arttırıyor. Her yıl daha öldürücü silahlar yapıyor. Bu silahlar fareler üzerinde denenmediğine göre, kobay olarak insanlar kullanılıyor demektir.
İsrail nükleer silahların, Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkeleri ile İran’da olmasını istemiyor. Kendisi dışındaki ülkelerin buna sahip olduğunda, Ortadoğu’nun bir nükleer çatışmanın alanı olacağını söylüyor. Bunu engellemek için çatışmadan kaçınmayacağını ilan ediyor. Engelleyecek olanlar yılanlar olmayacağına göre, demek ki yine insanlar ölecek.
Geçenlerde gazetelerde bir haber; “Suriye’de
Dünya emekçi kadınlar günü”nü yarın kutlayacağız. Geçen yıl Milliyet Ege’de 10 Mart’ta bu konuda bir köşe yazısı yazmıştım. Yazımın adı da “Kadının adı yok” idi. O yazının başlığını Duygu Asena'nın sayısız baskı yapan kitabından esinlenerek belirlemiştim. Aradan bir yıl geçti ve görüyorum ki “kadının adı hala yok”. Yine kadınlarımız tacize uğruyor, yaralanıyor ve vahşice katlediliyor. Üstelik bunlar artık basında, sıradan haber oluyor. Televizyonların arka haberlerine, gazetelerin arka sayfalarına düşüyorlar. Bu duyarsızlık devam ederse de uzunca yıllar yazılarımın başlıkları “hala, hala, hala...” olacak gibi geliyor. Yazık gerçekten çok yazık... Koşullar değişmediği için bu sütunda geçen sene yazdığım yazıyı biraz değiştirerek tekrar yazmak zorunda kalıyorum.
Bu günü kadınlar kolay kazanmadılar. 8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın
Sizlere yarın başlayacak olan bir etkinlikten söz etmek istiyorum. Etkinliğin adı “10. Sağlık Halk Kongresi”. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı tarafından düzenlenen etkinlik 1 ve 2 Mart’ta (yarın ve yarından sonra) Ege Üniversitesi Tıp Fakültesindeki Muhittin Erel Amfisi’nde gerçekleştirilecek.
Üniversitenin değerli bilim insanları tarafından verilecek bilgilerle donatılacak olan yedi panel ve iki oturumda, halkın beslenme ve sağlığını ilgilendiren bir çok konu işlenecek. Zaten onun için de adı halk kongresi.
Beslenmede güncel tartışmalar, obezite ve kanser, tiroid ve siz, tuz ve biz, stres ve yaşam, genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO), ekmek, kefir, gıda içerikleri, çevre ve radyasyon gibi konular etkinlikte anlatılacak olanlar.
Ayrıca katılımcılara diyet uzmanı tarafından egzersiz ve beslenme ile ilgili bilgiler de
sunulacak. Yine etkinlikler sırasında, folklor gösterileri ile Ege Etnografya Müzesi gezisi de bulunuyor.
Katılacakların kongreden yararlı bilgiler alacaklarını biliyorum ve Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Candeğer Yılmaz başta olmak üzere kongreyi düzenleyenlere başarılar diliyorum.
önceki dokuz