Güney Afrika’nın Durban kentinde toplanan 17. Dünya İklim Konferansı‘ndan beklendiği gibi dişe dokunur bir şey çıkmadı. 15.’si Kopenhag’da, 16.’sı Cancun’da yapılan konferanslardaki fiyaskolardan sonra Durban’dan bir şeyler beklemek zaten safdillik olurdu.
Son 2 gün içerisinde yoğun tartışmalar sonunda, gaz salınımlarının azaltılması ile ilgili alınan kararlar ve çıkan sonuçlar zirveyi bir nebze de olsa fiyaskodan kurtardı. Çözümü de bir başka toplantıya erteledi. Yani anlayacağınız ertelemeler muhtemelen dünyanın sonu gelinceye kadar sürecek gibi görünüyor. O zaman da yaşama dair erteleyecek bir şeyi kalmayacak insanoğlunun.
Her şeye rağmen konuya iyimser bir bakış açısıyla bakacak olursak zirveden çıkan sonuçları şöyle bir sıralayalım diyorum...
Gelecek toplantıya kadar yol haritasını oluşturacak bir komisyonun kurulması kararı iyi oldu. Bu çalışma grubu 2020’ye kadar küresel ısınmayı ortalama 2 derecenin altında tutacak sera gazı salınımlarının neden gerçekleşmediğini saptayarak, önümüzdeki seneki konferansa bunu rapor olarak sunacak. Ve söz konusu gazların azaltılması için nelerin yapılması gerektiğini belirleyecek.
Yine 2012’de sona erecek olan Kyoto Protokolü‘nün
İnsanın yaşaması için en gerekli unsurların başında oksijen, bunu takiben de su geliyor. İnsan hayatında çok önemli bir yeri olan su; içecek olarak, yiyecekler ile içeceklerin hazırlanmasında, artık maddelerin uzaklaştırılmasında, temizlikte, tarımda, hayvancılıkta kullanılıyor.
Su, bilinen tüm yaşam formları ve canlılığın devamı için hayati öneme sahip olan tatsız ve kokusuz bir madde olarak tanımlanıyor.
İnsan vücudunun yüzde 70’i su. Bedenin ısı dengesinin, hücre içi yaşamın devamı ve besinlerin yakılması ve sindirilmesi su aracılığı ile gerçekleştiriliyor. Dünya su kaynaklarını yağmur suları, kar suları, yeraltı suları ve mineral sular oluşturuyor.
Bilimsel araştırmalara göre, yeryüzündeki toplam su potansiyeli 1,606x10 kilometreküp. Bunun 22x10 kilometrekübü yüzey suyu.
Türkiye su potansiyeli açısından dünyadaki sayılı zengin ülkeler arasında yer alıyor. Ancak duyarsız kullanım nedeniyle su kaynaklarına olan gereksinim tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de her geçen gün daha çok artıyor.
İçme suları insanların günlük faaliyetlerinde içme, yıkanma, temizlik, gıda maddelerinin hazırlanması gibi amaçlar için kullandıkları sular. Özellikleri, “İnsani Tüketim Amaçlı
Bankaların internet siteleri satış ilanları ile dolu. Bunda ne var ki, zaten her zaman bu durumla karşılaşmak mümkün diyeceksiniz. Ancak bu sefer durumlar biraz farklı.
Farklılıklardan birincisi; bankaların haciz yoluyla el koydukları çok sayıdaki gayrimenkulün satışı için emlak servisi oluşturmaları. Yani bir tür emlakçılığa soyunmaları.
İkincisi ve en önemlisi satılacak olan mallar içerisinde sera, tarla, çiftlik, bağ, çeşitli meyve bahçelerinin de bulunması.
Bir zamanlar Türkiye’de turizm sektörünün yaşadıklarını şimdilerde köylüler yaşıyor. Bol turistin geldiği 1980’li yıllarda başta Kuşadası olmak üzere Çeşme, Bodrum, Marmaris gibi turistik kasaba ve şehirlere kredilerle bol miktarda otel, tatil köyü kurulmuştu. Sonraları bunları yabancı şirketler satın aldı ve turizm sektörü büyük ölçüde yabancı sermayenin eline geçti.
Tarımda da son zamanlarda benzer satışlar söz konusu. Tarım üreticisi satılan tarlaları satın alamaz. Çünkü onu alacak ekonomik gücü yok. Satıştaki tarlaları, bağ-bahçeleri rantiye amaçlı tarım dışı kesim alır. Ve değerini bulduğunda da satar. Böylece satılan arazi ya bina olur, ya da yabancı sermayenin eline geçer.
Krediler üreticilere kadar
Ulusal Biyogüvenlik Yasası ile GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) ürünler yönetmeliğinin resmi gazetede yayınlanıp yürürlüğe girmesinin üzerinden neredeyse 14 ay geçti. Tüketicilerin o günden bu yana gelişmeler hakkında pek fazla bilgileri olduğunu sanmıyorum.
GDO tartışmaları da zaten saman alevi gibi, bir artıyor bir azalıyor. Geçen yıldan bu yana doğrusu içermesi muhtemel ürünlerin etiket bilgileri içerisinde “bu ürün GDO’ludur” diye bir ibareye de rastlamadım
Rastlayan varsa da beri gelsin.
Halkımız ürünlerin ne içerdiğini bilmeden tüketmeye devam ederken, Ulusal Biyogüvenlik Kurulu da genetiği değiştirilmiş mısır, soya gibi ithal ürünler hakkında raporlar hazırlıyor.
GDO nedir?
GD ürünler, doğal yolla değil, laboratuar ortamında ileri teknoloji kullanılarak bir mikroorganizma geninin aktarılmasıyla elde ediliyor. Ve bu nedenle de teknoloji ürünü kabul ediliyor.
Genellikle GD tohumlara haşereye direnç ve herbisite (yabancı ot ilacı) tolerans sağlayacak genler aktarılıyor. Haşereye direnç sağlamak için tohumun içine bir bakterinin toksin salgılayan geni ilave ediliyor ve bitki geliştikçe bu toksin tüm dokularında çoğalıyor.
Dört sene önce yaşanan kuraklıkla birlikte ilk isyanlar Mısır başta olmak üzere Fas ve Haiti’de başladı. İsyancılar örgütsüzdü ve istekleri sadece bir topan ekmekti.
O zamanda dünyanın kaymağını yiyen “küçük mutlu azınlığın” keyfi yerindeydi
Ardından isyanlar, geçen yıl hemen hemen bu vakitlerde bir Kuzey Afrika Arap ülkesi olan Tunus’la devam etti. Bu fantastik ülkede o derece işsizlik vardı ki, üniversite mezunları bile işportacılık yapıyorlardı.
Ki o da şanslı iseler.
İsyan bu yüzden çıkmıştı. İsyanın ne lideri vardı ne de yol haritası. Bin Ali tehlikeyi erken fark edip, kalıcı olmakta ısrar etmemişti. Gençler devrimi yaptı, ancak her zaman olduğu gibi başkaları sahip çıkıverdi. Sonuçta gençlerin dediği değil, başka güçlerin istediği oldu. Şimdi gençler yeni bir devrim peşindeler.
Arap dominosu Mısır’a, aynı gerekçelerle ulaştı. Mübarek gidip, asker geldiğinde “eyvah” demiştim. Dediğim çıktı ve gençler şu anda yeniden Tahrir’deler.
İsyan Libya’ya, Suriye’ye ulaştığında artık şekil değiştirmişti. Libya’da NATO müdahalesi Kaddafi rejimini yıktı, yerine şeriat geldi. Suriye’de Esad hala direniyor ama iktidarının bu aşmadan sonra uzun süreceğini düşünmüyorum.
Şeker deyip de geçmeyelim. Ülkenin en önemli stratejik sektörlerinden birisi. 3544 köyde, 3 milyon kişiyi ilgilendiren bir tarımsal üretimden, yani şeker pancarından elde edilen bir ürün.
18 milyon ton yıllık pancar üretimimiz var ve bu miktarla ABD, AB, ve Rusya’nın ardından dünya dördüncüyüz.
Böyle önemli bir sektör olmasına karşın, bu günlerde pancar üreticisi bir hayli sıkıntılı.
1998’de IMF’nin talimatıyla kotalı üretime geçtiğimiz zaman, sadece ihtiyacımız kadar üretebiliyorduk. Artan nüfusumuza ve turist sayımıza göre, kota yukarıya çekilmesi gerekirken, her geçen yıl aşağıya doğru çekiliyor. Artış nedeniyle gereksinimimiz olan 40-50 bin ton şeker NBŞ (Nişasta Bazlı Şeker) ile karşılanıyor.
Her yıl artan NBŞ kotası, NBŞ’in maliyetinin düşük olması, mazot gübre, tohum gibi üretimi direk etkileyen girdilerin pahalılaşması, tarım alanlarının daralması, kaçak şekerin yasa dışı yollarla ülkemize gelmesi gibi nedenlerle pancar üretimimiz her yıl azalıyor.
Bunun sunucunda şeker üretimimiz düşerken, sektörün istihdam ettiği nüfus da azalıyor. Bu durum aynı zamanda hayvancılığı da etkiliyor. Çünkü şeker üretimi sırasında açığa çıkan melas ve küspe hayvan yemine
Tarımda dışa bağımlı olmadığı yıllarda Türkiye, dünyanın önemli bir pamuk üreticisi ve ihracatçısı idi.
O zamanlar üretim o kadar karlıydı ki pamuğa “beyaz altın“ adı veriliyordu.
Beyaz altın üreticisine, tekstil sanayicisine, ihracatçıya hem para kazandırıyor, hem de ülkede önemli oranda istihdam sağlıyordu. Çukurova, Büyük ve Küçük Menderes Ovalarında her yer bembeyaz idi.
Doğudan veya Güney Doğudan pamuk toplamaya işçiler geliyor, işçilerin yaşamları filmlere konu oluyordu. Velhasıl ülkemiz için çok önemli bir sektördü pamukçuluk.
Sonraları ABD başta olmak üzere, bazı ülkelerin dünya borsalarına ucuz pamuk vermeleri nedeniyle Türkiye’de pamuk üretimi iyice azaldı. Aslında bu ülkeler pamuğu ucuza mal etmiyorlar, sadece üreticilerini destekliyorlardı.
Yani bu gün olduğu gibi bir yandan borsaya fiyatı ucuz bildirirken, diğer yandan üreticiye farkı destekleme olarak ödüyorlardı. Yani son derece stratejik bir ürün olan pamuğu üretenleri koruyorlardı.
Seksenli yıllardan sonra ülkemiz tarımında uygulanan neoliberal, 2000’li yıllarda da İMF-Dünya Bankası eksenli politikalar nedeniyle, pamuk üretimini attırmak yerine ithalat tercih edilmeye başlandı.
“Uluslararası Süt Zirvesi-Summilk 2011” İtalya’nın Parma şehrinde yapıldı. 50’ye yakın ülkeden iki binin üzerinde katılımcının yer aldığı zirveye, Türkiye’den Ulusal Süt Konseyi’nden ve bazı önemli süt fabrikalarının temsilcilerinden oluşan yaklaşık 30 kişilik bir grup katıldı. Türkiye’den giden grup IDF (Uluslararası Sütçülük Federasyonu) Başkanı Richard Doyle ile görüşme imkanı buldular. Bu görüşme son derece önemliydi.
Çünkü...
Türkiye’nin yıllık süt üretiminin her yıl artmasına karşın, ülke süt tüketimi yerinde sayarken ve de üretimin yüzde 92’sinin inek sütü olmasına karşın, AB bizden inek sütü ürünleri satın almazken, bu yönünde atılacak adımlardan birisi olması dolayısıyla önemliydi,
Türkiye’de AB kalitesini yakalamış hatta bazıları geçmiş ve ondan da önemlisi halka güvenli süt ürünleri sunan modern fabrikaların bulunuşunun IDF’çe bilinmesi, bunun sonucu olarak 2016 zirvesinin İstanbul’da yapılacak olması açısından önemliydi,
Ve hepsinden önemlisi on dört milyar litreye yakın yıllık süt üretimi gerçekleştiren yaklaşık 3 milyon üreticiyi ilgilendirdiği için önemliydi.