Bir uluslararası yayın kurumunda çalışmış bir kişi olarak şunu kesinlikle biliyorum: Bu kurumlar ne kadar doğrudan bir bakanlık denetiminden veya istihbarat dairesinin yönlendirmesinden muaf olursa olsun sonuçta yayını finanse eden devletin sesidir; görüşüdür. Bu yayınların yönetmenlerinin, doğrudan hükumet müdahalesini kabul etmeyecek kadar demokratik batı normlarında ifade özgürlüğü anlayışına sahip olmaları da mümkündür. Britanya Yayın Kurumu BBC’nin Kuzey İrlanda’daki terörle ilgili yayınları 1988’de hükumet kararı ile kısıtlanmıştı. Ancak bu kararı protesto eden BBC genel müdürü istifa etti. 1985’de, İran’a gizlice silah sevk edip, kazanılan para ile Nikaragua’daki anti-komünist gerillalara yardım sağlandığı skandal sırasında, Amerika’nın Sesi (VOA) yardımı ile İran’a gizli mesajlar ulaştırıldığı ortaya çıkınca yönetim kurulu başkanının istifa ettiği de hatırlanabilir.
Ancak bu istifalar o kişilerin bireysel mesleki ahlakı ve kişisel haysiyeti ile ilgiliydi. Uluslararası yayıncılarda bu gibi
2016 yılında yapılan “Eğitimi Öldürmek” adlı belgeselde konuşan bir eğitim uzmanı, Türkiye’de hükumeti devirmek için darbe girişiminde bulunmakla suçlanan bir imamın, ABD’de okul ağına sahip olduğunu halkın bilmemesinin ancak komplo ile açıklanacağını söylüyordu. Bu komployu kim kurdu?
Filmi bağımsız bir şirket yapmıştı. Türkiye ile ilgili bir hukuk bürosu bu filmde dile getirilen iddiaları üç grupta toplayıp her birini Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile ilişkilendirilen 200’den fazla okulun yer aldığı kentlerde soruşturdu. Amsterdam ve Ortakları isimli bu büro, FETÖ okullarının kurulu olduğu hemen her yerde, gerekli vizeye sahip olmayan öğretmenlerin işe alındığını, okul yeri olarak gösterilen emlakin hukuken kuşku uyandıran durumda bulunduğu, okulların çok büyük kısmının hisselerinin Gülen örgütü tarafından alınarak tekel oluşturulduğunu belirledi.
Büro, bu raporunu hem ABD federal hükumetine hem eyalet yönetimlerine hem de medyaya verdiğini açıkladı. Basit bir
ABD’de federal sistemle, eyaletleri birbirinden ayıran hususların başında eğitim sistemi gelir.
Federalizmin temelleri atılırken heyet gönderilen ve eğitim sistemi araştırılan ülkeler arasında Osmanlı İmparatorluğu da vardı.
“American Board of Commissioners” adı altında örgütlenmiş olan Evanjelistler, 1797’de Anadolu’ya ayakbastılar ve iki şeyi hemen gördüler:
Osmanlı’da okul açmak için devletin değil, toplulukların, yani halkın izni gerekir; kilise açmak için buna bile ihtiyaç yoktur.
ABD’ye dönünce örgüt, belirlemelerini kurucu babalarına bildirdi. ABD’nin kendileri de misyoner olan kurucuları, Osmanlı’daki eğitimin toplum girişimine ve denetimine dayanması ilkesini benimsediler ve kendi sistemlerine entegre ettiler. Bugün ABD’de ilk ve orta öğretim tamamen kent ve köylerde oluşturulan “eğitim komisyonlarının” elindedir; Eğitim Bakanlığı (ki adında “Millî” sıfatı da yoktur) sadece okulların lojistiği ile ilgilenir. Bir diğer nokta, ilk ve orta öğretimin topluluk tarafından yeterli malî
Ankara’ya ABD Suriye özel temsilcisi James Jeffrey’i göndereceksiniz; “Suriye’den terör örgütü nasıl temizlenir?” sorusuna cevap ararken, ABD’nin Orta Doğu’da en yüksek rütbeli komutanı Org. Kenneth McKenzie de Rasulayn’da bu “temizlenecek” teröristlerin elebaşlarından biriyle, Türkiye’nin başına 4 milyon lira ödül koyarak aradığı, Ferhat Abdi Şahin (Şahin Cilo ve Mazlum Kobane adlarıyla da biliniyor) ile görüşecek.
Hafta başında Amerikalı dost ve müttefiklerimizin (!), Ankara’daki görüşmeden bir yarar ummaları için Türkiye hakkındaki algılarının bayağı çarpık olması gerektiğini ifade etmiştik. Nitekim bu görüşmeden hâsıl olan kocaman bir sıfır oldu.
Dikkatli okurlarsa bu sıfırda ABD açısından alınacak bir ders var: Türkleri artık kandıramıyorlar. “Menjib’de beraber devriye yapacağız” veya “Askerlerimizi tamamen çekeceğiz,” “Beşar Esad’ı biz de istemiyoruz” ve “Cenevre’de anayasa yazma işine başlamanın zamanı
Oğuz Atay’ı eskisi kadar çok okumuyoruz galiba. Okumalıyız oysa. Hele ikinci romanı Tehlikeli Oyunlar, eserin kahramanı Hikmet Benol’un şahsında, hepimizin aslında kimi zaman gerçekten tehlikeli oyunlar oynadığımızı kanıtlayacak size. Oynayanları tanımak, oynadıklarını anlamak, hatta sonucu kestirmek için nefis bir elkitabı. (Elkitabı dediysem, kısa bir şey sanmamalı. “Tutunamayanlar” kadar yoksa da bu da 480 sayfa!)
Romanın kahramanı Hikmet, oyunların sadece kişisel temelde oynanmadığını; bazen Napolyon düzeyinde uluslararası oyunlar oynandığını da fark etmiş bir kişi. Komşusu Albay Hüsam ile bir Napolyon oyunu yazarlar. Napolyon, Rus Mareşali Mihail Kutuzov ile arasındaki Austerlitz Savaşı’nı, gerçekten Fransız generali Schlick’in karısı Monika ile kavgası sebebiyle mi kaybedilmiştir? Bilinmez. Bu, belli ki Oğuz Atay’ın romancı muhayyilesinin ürünüdür.
Peki, şuna ne demeli: ABD’nin Suriye koalisyonu temsilci James Jeffrey Türkiye’ye çağrılır; sürüncemede bıraktıkları vaatlerin bir bakıma hesabı sorulacaktır. Jeffrey Ankara’da iken
İyi tanıdığımız ve iyi bildiğimiz bir psikoloji profesörü, ABD’deki üniversitesinden bir yıl izin alıp, Donald Trump’ın seçim kampanyasında çalışacağını söylediğinde çok şaşırmıştık. Daha önceki denemelerinde Trump’ın bizde (ve sanıyordum ki herkeste) bıraktığı intiba, yarattığı algı, kendisinin başkan olma arzusunun sadece bir şakadan ibaret olduğu şeklindeydi. Kimse, Trump’ın ciddi ciddi ABD başkanlığını isteyebileceğini düşünmüyor sanmıştım.
Neden? Çünkü adamın hali, tavrı, konuşması, boşanmaları, eş tercihleri, sağda solda özellikle kameralar kapalı ama mikrofonlar açıkken yaptığı gafların sebep olduğu izlenim buydu: Donald Trump ciddiyetten uzak bir kişidir.
Şimdi, eğlenceli, komik, hayatı şakaya vuran, her olayın hafif bir tarafını bulup millete eğlence olsun diye onu ortaya süren kişi ister siyasetçi ister iş insanı olsun neşeli bir tiptir ve yeri geldiğinde ciddileşmesini bilir. Böyle öğretmenlerimiz oldu; iş yerlerimizde müdürlerimiz oldu. Hatta böyle milletvekilleri oldu dünyanın her ülkesinde. Rahmetli Kinyas
Attila İlhan’dan mülhem “Hangi ABD” sorusunu bu sütunlarda geçen Haziran’da sormuştuk. Sanırım bu sorguyu daha ayrıntılı yinelemenin tam zamanıdır.
Attila İlhan, Cumhuriyet Türkiye’sinde, Tanzimat’ın çarpık batılılaşma ideolojisinin önce Kuvayı Milliye’yi, sonra tümüyle bürokratik kadroları egemenliği altına almak istediğini anlatır; fakat zamanla ortaya başka tür batılılaşma modellerinin de çıktığını belirtir. Bu modeller daha sonra Menderes’in, Demirel’in, Özal’ın ve AK Parti’nin kalkınma, modernleşme çabalarına da farklı şekiller verdi.
Analojiyi devam ettirirsek, ABD’nin içinde bugün 4 Temmuz 1776’dan bu yana geçen
243 yıl içinde ortaya çıkan ve siyasal varlığı birbirinden farklı şekilde tanımlayan en az üç ciddi grup var. Siyasetin odağına toplumu veya bireyi ya da ekonomiyi veya kültürü koyuşuna göre Liberaller, İlericiler, Muhafazakârlar ve bunların devletin toplum hayatındaki yerine verdiği öneme göre aşırı veya ılımlı türevleri
AB dışişleri bakanları Türkiye’ye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin açık denizlerdeki egemenlik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle yaptırım uygulamaya karar verdi. Ama ne karar! AB’nin -ne hikmetse hep öyle olur- adının açıklanmasını istemeyen bir yetkilisi, Türkiye’nin bazı Avrupa üyelerinin enerji hatlarının geçtiği bir ülke olması sebebiyle “çok ağır” yaptırımlar beklenmemesi uyarısında bulundu ve ardın-dan iki “önlem” açıklandı:
AB, Ankara’ya yapılan finansal yardımı kısıtlayacak ve hava taşımacılığı anlaşmasıyla ilgili görüşmeleri askıya alacak.
Duyan sanır ki AB, Türkiye’ye avuç avuç para veriyor. Suriyeli ve diğer ülkelerden gelen mültecilerin Avrupa’ya geçmesine engel olma sözümüz karşılığında (ki bu sözü vermek kadar ağır bir dış politika hatası, olsa olsa Yunanistan’ın yeniden NATO’ya kabulü için Kenan Evren’in verdiği izin olabilir...) 6 milyar euro destek vaadini yerine getirmemiş bir örgütten söz ediyoruz. Bu yaptırımın maddi