ABD Genelkurmay başkanı Joseph Dunford geçen hafta hayli kapsamlı bir konuşma ile ülkesinin dünyaya nasıl asker perspektifi ile baktığına dair ipuçları verdi.
Elbette bir genelkurmay başkanı ülkesinin askeri değerlendirmelerini olduğu gibi açıklamaz; sadece bilinmesini istediklerini ifade eder. Ama bu bile o ülkenin dünyaya bakış açısını göstermeye yeter. Kim düşmandır, kim dosttur? Ne gibi “ulusal çıkarları” vardır? Bunları bir genelkurmay başkanının ağzından duymak, her zaman öğretici oluyor.
Orgeneral Dunford, Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nde (CSIS) yaptığı konuşmada, Kuzey Suriye’de ABD’nin ulusal çıkarlarını korumak için 50-60 bin “asker” eğitmeye ihtiyaçları olduğunu söyledi. Orgeneral, çıkarları tek tek sıralamadı ve sadece “İslami şiddetli aşırılık” (Islamic violent extremism) ile mücadeleyi zikretti. Daha sonra bu kavramı açıklarken, “DAEŞ, El Kaide ve diğer gruplar” demekle yetindi.
El Kaide değilse bile DAEŞ, Suriye’de ABD için daima çok kullanışlı bir
Beşar Esad hopladı zıpladı ama sonunda Rus ağabeyinin “Biz Türklere söz verdik. Bu teröristlerin tahriklerine kapılma; ateşi kes!” sözünü dinledi. Ama umutsuz vaka, yine ABD.
Daha belirgin olacak isek, CENTCOM.
ABD Silahlı Kuvvetleri’nin “ordu” kavramına benzeyen yedi coğrafi, dört fonksiyonel “birleştirilmiş muharip komutanlığı” var; 1983’te kurulan CENTCOM bunlardan “dünyanın merkezinden sorumlu” kuvvet komutanlığıdır. Görev alanı, Ortadoğu, Orta Asya ve Basra Körfezi’dir; şu anda başlıca harekât alanı Afganistan, Irak ve Suriye’dir. Bu komutanlığın uzun hikâyesi hem kendi sitesinde var hem de wikizeroo.org’da (Wikipedia’nın yeni adı).
CENTCOM sıradan bir komutanlık değil. ABD Silahlı Kuvvetleri hiyerarşisinde, merkezinin ülke dışında bulunması, başka ülkelerde yapılan ve adına “koalisyon” denen başka ülke askerlerini barındırmasıyla, adeta bir tür özerkliği var. Bu özerklikte, orgeneraller Norman Schwarzkopf, John Abizaid, David Petraeus (çuvalcı general olarak hatırlarsınız), Jim Mattis
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Radyo Televizyon Gazetecileri Derneği’nin (Gazeteciler Cemiyeti neyine yetmiyor radyocu ve televizyoncu kardeşlerimizin?) ödül töreni gecesinde, Türkiye’ye yönelik dış yayınlarının objektiflikten uzak olduğunu söyledi, “Türkiye’nin başarıları kasıtlı bir şekilde görülmüyor” dedi.
Cumhurbaşkanının bu sözlerinin henüz Londra, Paris ve New York’ta yayın yönetmenlerinin kulağında çınlamayı sürdürdüğü ertesi gün, iki büyük gazetede, Washington Post’ta ve Londra’da The Times’da, iki makale yayınlandı. “Makale” kelimesi, bu yazıları nitelemek için kullanılamaz. Bu iki yazı da herhangi bir Türkiye düşmanı Birleşik Arap Emirliği veya Yunanistan kaynaklı trolün, 240 karakterlik nefretinin uzun şekliydi. Yazarının nefreti, öfkesi ve Erdoğan düşmanlığının kâğıt üzerindeki yansımasından ibaretti.
Washington Post’taki yazıda, Erdoğan’ın otoriteryan (yetkeci) yönetiminin Batı’da sanıldığı gibi kolayca kök salamayacağı,
Rusya ikiyüzlü bir tavırla ateşle oynuyor ve Putin Erdoğan’ın bunu bildiğini biliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki gün önceki Rusya ziyareti sırasında Putin bunu her haliyle belli etti; “Türkiye’nin hassasiyeti” ve “endişeleri” ifadesini defalarca tekrarladı.
Ama bunun İdlib sorununu çözmeye bir yararı yok. Putin, İdlib’de sığınıp kalmış olan silahlı grupların tümünü “terörist” diye nitelemekle, 12 ay önce şiddetin tırmanmasını önlemek amacıyla çatışmasızlık bölgeleri oluşturmak ve bunları Türk askerinin gözetimine vermek için yapılan toplantıda ifade edilen görüşleri tamamen unuttuğunu göstermiş oluyor. Türkiye, Rusya ve İran ile Astana ve Soçi’de masaya otururken, masum Suriye halkının demokratik taleplerinin karşılanmasında katil Beşar Esad yönetimini aklıselim yoluna getirecekleri inancıyla hareket ediyordu. İdlib anlaşmasına ve anayasa konferansına giden yolda Türkiye, Rusya ve İran’ın kendi halkını varil bombalarıyla yok eden, 500 bin kişinin katili bir rejimi
ABD’de modern zaman-larda muhafazakârlığı Evanjeliklerin ve Hitlercilerin elinden kurtararak adeta yeniden icat eden National Review dergisinin kurucusu William F. Buckley (1925-2008) “Muhafazakârlığın 11’nci Emri” diye adlandırdığı bir ilke ortaya atmıştı: “Asla Cumhuriyetçilerin aleyhinde bulunmayacaksın!”
Nitekim Buckley bu kural gereği kimleri desteklemedi ki! Fakat Buckley’nin bile 11’nci emre uymadığı zamanlar oluyordu. Örneğin oğul Bush’tan hiç hazzetmedi Buckley.
Romancı olan oğlu Christopher Buckley, Trump Cumhuriyetçi Parti adaylığını kazandığında “Baban hayatta olsaydı, Trump’a ne derdi?” diye soranlara cevabı şöyle olmuştu: Trump muhafazakâr değil ki babam onu hakkında düşünmeye layık bulsun!”
National Review dergisi de iki yıl sabrettikten sonra nihayet bu hafta, Trump’ın gelecek yıl başkanlık seçimini kazanmaması ihtimali bulunduğunu yazdı. Hem de hiciv veya mizah yapmadan: Çin ile ticaret savaşının ABD’de bir ekonomik durgunluk başlatması muhtemeldir. Kendi döneminde ekonomik durgunluk başlayan bir
İdlib çevresinde 15-25 kilometrelik güvenlik kuşağı oluşturan Türkiye-Rusya anlaşması, hafta başında, Suriye uçaklarının bu bölgedeki gözlem noktalarından birine gitmekte olan Türk konvoyuna saldırmasıyla ikinci büyük yarayı aldı. 16 Eylül 2018’de yapılan anlaşma, 19 ve 20 Eylül’de Beşar Esat’a bağlı Suriye birlikleri tarafından Heyet-i Tahriru’ş Şam’a (HTS) yapılan yoğun saldırılarla zaten hayatına yaralı başlamıştı. HTS önceleri Taliban’a bağlı denilerek terör örgütü ilan edilmiş; ancak ABD daha sonra çoğu sivillerden oluşan bu grubu terör örgütü saymadığını açıklayarak onlara silah ve teçhizat yardımı yapmıştı. İdlib’deki diğer gruplardan çoğu, ABD’nin denetimindeki örgütlerdi.
Trakya kadar bir alanı kaplayan İdlib’de, DAEŞ dışında Suriye’deki kanlı rejimi silah zoruyla devirmek isteyen, ılımlı-aşırı ve silahlı 20 bin rejim aleyhtarı ve aileleri birikmiş durumda. Türkiye bu ili kuşatan sınırın çevresindeki güvenli bölgede gözetim noktalarında
Amerikalı yazar Bill Blum’ın “Dünyanın tek süper gücünü anlama kılavuzu: Haydut Devlet” kitabından daha önce söz etmiştik. Hakkında inceleme yazanlar, kitabı “ABD küresel müdahaleciliğinin mükemmel bir eleştirisi” ve “Resmî Amerikan yalanlarına panzehir” diye niteliyorlar. Kitapta yapılan şey, ABD’yi, dillerinden düşürmedikleri ve diğer ülkelerden bekledikleri “Amerikan Değerleri” kriterlerine göre yargılamaktan ibaret.
Bir ülke (ulusu ile değil belki ama devleti ile) nasıl haydutlaşır? Çok basit: 2 milyar Müslümanın hissiyatına, değerlerine, kutsallarına aldırmadan, onları öfkelendirdiğinizi, kendinize düşman ettiğinizi umursamadan, hareket edersiniz. Söz gelimi, 1947’de geleceğine halkının karar vereceğini kabul ettiğiniz Keşmir’de (o referandum yapılıncaya kadar) yürürlükte olan özerkliği tek taraflı bir kararla askıya alırsınız. Çünkü Sovyetler Birliği’nin ABD’ye karşı silahlandırdığı Hindistan olarak nükleer silaha sahipsiniz; ama Sovyetlere
“Ozon deliği” ve “küresel ısınma” kavramları ortaya atıldığında, kalkınmakta olan ülkelerin genel, ortak tepkisi umursamazlık ve “Bize ne? Ozonu siz deldiniz; siz onarın!” şeklinde oldu.
Gerçekten de buzdolap- larımızdan klima cihazlarına kadar her yerde kullanılan kloroflorokarbon gazlarının yoğun salınımı, 19’uncu yüzyılın son yarısı ile 20’nci yüzyılın ilk yarısında olmuş ve atmosfere onarılamaz zararlar verilmiştir. Bu yıllar, yeni sömürgecilik (neokolonyalizm) siyasetinin hammadde ithalatı ve mamul madde ihracatı sırasında gemilerde ve trenlerde dikkatsiz soğutmalar, yakıt (özellikle linyit kömürü) tüketimi (ve yeni yeni anlaşılan diğer uygulamalar, örneğin yanlış ve zararlı gübreleme ve besicilik yöntemleri, aerosol spreyler) yüzünden dünyayı her anlamda tahrip ettiği yıllardır. Küresel kapitalistleşmenin savunucuları, o yıllarda yapılan bu yoğun ticaret olmasaydı bugün artık çoğu kalkınmış olan üçüncü dünya ülkelerinin açlıktan mahvolmuş olacağını söylerler. “Öyle