İnanmak istemeyeni bir şeyi ikna etmek imkânsızdır. Hele uluslararası ilişkilerde. Ne var ki bazen inanmayanın inatçılığındaki sahte haklılık algısını silmek davanızın adil bir tarzda dermeyanı için şarttır. Özellikle üçüncü taraflara.
Sözünü etmek istediğim, 15 Temmuz Darbe Girişiminin basit ve en doğru tanımıyla bir darbe girişimi olduğu, TSK içinde yuvalanmış bir dinî kültün halk tarafından akim bırakılan bir marifeti (aslında son marifeti) olduğu gerçeğinin, uluslararası kamuoyuna aradan geçen üç yıla rağmen kabul ettirilememiş olmasıdır.
Bunun, uluslararası kamuoyu dediğimiz nesnenin hangi kesitinden bahsettiğinize göre farklı sebepleri vardır. Söz gelimi, ABD Dışişleri veya Savunma Bakanlığı’nda görevli ama asıl işi Derin ABD Devleti’ne hizmet olan bir kesim için mesele kabul etmemek değil, kabul etmiyor görünmektir; çünkü Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tarafından tetiği çekilen bu olay, düz bir şekilde onların komplosudur. İran İslam Devrimi adı verilen, gerçekte ne İslam ne de devrimle ilgisi bulunmayan 1979 olayları dünya genelinde, merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın yönetiminde Milli Selamet Partisi’nin 28 Haziran 1996 ile 30 Haziran 1997 arasında hükûmete gelmesi ile
Aaron Stein, ABD’nin etkili düşünce kuruluşlarından Dış Politika Araştırmaları Enstitüsü’nün (FPRI) Ortadoğu Program müdürüdür. Bu enstitü, Türkiye’de 1981’den 1989’a kadar büyükelçilik yapmış olan, bir Avusturya göçmeni olan Robert Strausz-Hupé tarafından 1955’te kurulduğunda, muhafazakâr eğilimli, klasik bir araştırma kurumuydu. Aradan geçen yıllar, ABD’de klasik hiçbir şey bırakmadığı gibi, FPRI da düşünceyi ve araştırmayı bir kenara bırakıp, militan bir örgüt halini aldı. Nitekim Ortadoğu masasına getirilen Aaron Stein de daha önce “sivil NATO” denilen, oğul Bush döneminde ve sonrasında giderek NeoCon’ların oyuncağına dönen Atlantik Konseyi’nde Türkiye masasında çalışmıştı.
İnsanları “Orada çalışırdı, burada çalışırdı” diye etiketleyip “Öyle diyorsun, çünkü sen şöylesin” tarzında (ad hominem denilen) mugalataya düşmek yanlıştır. İnsanların söylediklerine, söylemin içeriğine bakarak yanıt vermek gerekir.
Aaron Stein’i nereden maaş aldığına göre değil de FPRI’ın sitesinde yayınlanan “Türkiye neden sırtını ABD’ye dönüp; Rusya’yı kucakladı” başlıklı yazısındaki fikirleriyle değerlendirmek gerekirse... İlk dikkatinizi çeken nokta, yazıda olan değil, olmayan bir unsur olacaktır.
Amazon.com’un “.tr” şubesinin açılışını aynı şahsa ait Washington Post gazetesi, 40 bin çocuk, kadın-erkek Türk ve Kürt’ü öldürmüş olan PKK’nın kurucularından Cemil Bayık’ın makalesini yayınlayarak kutlamış oldu. Bebek kanları gazeteye de bulaşmış sayılır.
Yabancı haber sitelerinde Türk olan ve olmayan yazarların makaleleri, gözle görülür şekilde bir anti-Türkiye dalgasına sahne oluyor. Bunları tek tek yanıtlamak hem mümkün değil hem de gerekli değil. Ancak bunlardan Çin-Uygur konusunda olan biri, sosyal medyayı da kapsadığı için dikkat çekiciydi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Japonya ve Çin gezilerinde sağladığı diplomatik başarılarından kayda değer biri, Çin’de, Şincan Uygur Özerk Bölgesi konusunda idi. Türkiye-Çin ilişkilerinde bu konu üç ayrı başlık altında ele alınıyor:
1. Çin’in toprak bütünlüğü. Türkiye, ABD ve AB ülkeleri gibi Çin ana vatanı dışında küçük “Çinler” olduğu görüşünü hiçbir zaman paylaşmamış ve “Tek Çin” siyasetinden ayrılmamıştır. Bu, Çin’in toprak bütünlüğüne saygı anlamına gelmektedir. Çin’de bugün beş otonom bölge vardır ve bunlar bir vilayetten daha geniş idari haklara sahiptir. İç Mongolya, Şincan Uygur, Tibet, Ningksia Huy ve Guangksi Zhuang bölgelerinin Çin
ABD, Uluslararası Atom Enerjisi Dairesi’nin (IAEA) tahminlerine dayanarak İran’a birincisi 1984’te, ikincisi 1996’da iki kez ambargo ve yaptırım ilan etti. Bu yaptırımlar o kadar ağırdı ki İranlı bir iş insanına selam veren bile ele geçirildiği takdirde, soluğu ABD hapishanelerinde aldı. (Örnek: Halk Bankası Genel Müdür yardımcısı Hakan Atilla.)
Nükleer silah edinmesini önlemek için uzun görüşmeler yapıldı ve sonunda, ABD ile beş Avrupa ülkesi İngiltere, Fransa, Almanya, Çin ve Rusya 2015’te birçok sınırlamalar ve denetim mekanizmaları getiren anlaşmayı İran’a kabul ettirdiler. Bu anlaşmayla İran, yılda 300 kilodan fazla zenginleştirilmiş uranyum imal etmeyecek, ABD’nin İran’a ve İran ile yasaklanmış malların alım-satımını yapan ülkelere uyguladığı her türlü yaptırım da kalkacaktı.
Her şey yolunda giriyordu. IAEA ve AB, bu anlaşmaya vücut veren görüşmeleri başlatmış olan Türkiye ve Brezilya, İran’ın anlaşma sınırlarını aşmadığını teyit ediyorlar; İran da tüm dünyayla serbest ticaretine devam ediyordu. Ta ki Eylül 2018’e kadar!
Bu tarihte BM Genel Kurulu’nda kürsüye elinde birtakım nerede çekildiği ve ne gösterdiği anlaşılmayan fotoğraflarla gelen İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu,
Büyük üstat, köşe yazar-lığının modern kurucularından rahmetli Çetin Altan’ın çok gün yüzü görmedik, deyimleri vardı; ki çoğunu ancak o yazabilirdi, başka birisi olsa hakkında müstehcen neşriyattan dava açılabilirdi. Bunlardan birisi yerine getirilmeyen bir evlenme vaadi fıkrasıydı, anlatılan olayın kurbanı kadının “Hep vaat, hep vaat...” inlemesi ile son bulurdu.
Allah’a şükür, Türkiye kendisine verilen ama tutulmayan sözlerden dolayı hiçbir zaman bir acz içine düşmemiştir ama yine de zaman-zaman tutulmayan sözlerden şikâyet hakkı doğmuştur.
Konuyu Çetin Altan’ın fıkrası düzeyinde ele alıyor olmak, bu tutulmayan sözlerin artık şikâyet aşamasından, alay konusu edilme düzeyine geçtiğine inandığımızı gösteriyor olmalı. O ABD başkanı ki, “Fırat’ın doğusunda birlikte devriye yapacağız” dedi; devriyeye ayrılan askerler terhis oldu, ama devriye başlayamadı. O ABD başkanı ki, PKK uzantısı PYD ve YPG’ye “eğit-donat” desteği verilmeyeceğini söyledi; ertesi gün daha çok PKK’lı eğitilmeye ve donatılmaya başlandı. Hem de kendi özel temsilcisi Brett McGurk tarafından alay konusu yapılarak. Trump daha sonra Irak ve Suriye’deki askerlerini çekeceğini vaat etti; savunma bakanı Jim Mattis bu kararı
Suriye iç savaşının ilk somut sonuçlarından biri, ABD’nin ülkenin kuzeyindeki Derek, Kamışlı, Serekaniye, Telabyad, Kobani, Azez ve Afrani kentlerinde özerk yönetimler kurdurması oldu. Kürtçe “batı” anlamına gelen Rojava’da yönetim Kürtler, Araplar, Süryaniler, Ermeniler ve Ezidiler arasında paylaştırılmış görünse de bu yöre, Türkiye’den gelen ve Arapça bile bilmeyen PKK teröristlerine bırakılmıştı. Abdullah Öcalan Şubat 2015’te PKK’ya Türkiye’de silah bırakmayı ve kendi kendisini feshetmeyi bildirdiğinde, bu bildirimin hiçbir değeri olmadı; çünkü PKK artık onun değil, çömezlerinin yönetimindeydi ve çömezler, ABD Suriye Koalisyonu Özel Temsilcisi ve Tam Yetkili Elçisi Brett McGurk’un “paydaşları” idi.
ABD’nin planı Irak’ı Akdeniz’e bağlayacak bir terör koridoru açma ve burada kuracağı özerk bölgeyi PKK’nın Suriye kolu PYD ve onun silahlı kanadı YPG’nin kontrolüne vermekti. Ancak Türkiye’nin Zeytin Dalı Harekâtı bu oyunu bozdu; Başkan Trump PYD’ye koruma sağlayan ABD askerlerini geri çekmeyi kabul etti. Ancak hatırlayacaksınız, bu vaat yerine gelmedi; tersine, ABD askerlerinin sayısı artırıldı.
Suriye’de olanlarla PKK’nın varlığını sürdürmesi arasındaki bağı görüyor olmalısınız: Bir
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi bitti; ama propaganda döneminin son iki gününde iç siyaset gündemine giren, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) eski genel başkanı, ömür boyu hapis mahkûmu Abdullah Öcalan’ın HDP seçmenine oy kullanmama çağrısı, bu örgütle ilgili tartışmaları yeniden başlatacak gibi görünüyor. Bu vesileyle ortaya çıkan bir nokta, infaz yasasının AB kurallarıyla uyumlu hale getirilmesi ve af yasası değişiklikleriyle bütünlüğünden çok şey kaybetmiş olması hususudur. Bu, muhtemel tartışmaların iç boyutunu oluşturacaktır.
Konuya dışarıdan bakıldığı zaman, Abdullah Öcalan’ın kendi veya karşı tarafın talebiyle ziyaretçi kabul edip edemeyeceği veya ziyaretçileriyle dışarıya siyasal demeç niteliğinde mektuplar ulaştırıp ulaştıramayacağından ziyade, bu mektubun terör örgütünün geleceğini nasıl etkileyeceği sorusu olacaktır.
PKK’nın 25 Kasım 1978’de Lice’de kurulmasından önce ve daha sonra uzun yıllar Türkiye’de Kürt halkına karşı bir ret ve inkâr politikası vardı. 1977 yılında Bayındırlık Bakanı olan Şerafettin Elçi’nin verdiği “Türkiye’de Kürtler vardır; ben de bir Kürdüm” demecini Hürriyet’te manşetten haber verdiğimiz zaman kopan fırtınaları ve tepemize yağan
Birçok liderin iktidara gelişi kanlı olmuştur. Timur, Kraliçe 1’inci Mary (“Bloody Mary”), Lenin, Stalin, Hitler, Mao, Pinochet, gelişleri ve iktidarda kalışları en kanlı kişiler olarak hatırlanıyor. Ancak bir halkın umudunu katletmek dendiği zaman, iktidara gelişi 817 kişinin katliamıyla gerçekleşmiş olan Mısır Devlet Başkanı Abdül Fettah El Sisi akla geliyor. 2013’ten bu yana düzmece mahkeme kararlarıyla asarak veya cezaevi koşullarında 57 kişiyi daha öldürdü. Bu rakama şimdi, Mısır’ın halk tarafından seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi de eklendi.
El Sisi, düzmece gösterileri bastırmak iddiasıyla altı yıl önce iktidarı bir darbeyle ele geçirdiğinde, Mursi ve hükümet üyeleri tutuklandılar ve “yabancı bir ülkeyle casusluk yapmak” gibi komik iddialarla mahkemeye verildiler. Uluslararası kuruluşlar ve birçok ülke bu mahkemeleri tiyatro olarak niteledi.
Mursi ve onunla birlikte tutuklanan Müslüman Kardeşler örgütü yöneticisi olmakla itham edilen 24 lider şimdi tamamen yok edilmiş bulunuyor. Cezaevinde iki kez kalp krizi geçirmiş olan Mursi, Türkiye ve uluslararası gözlem kuruluşları talep ettiği halde, tedavi edilmemişti. Bu sebeple, daha öncekilerin ve hafta başında mahkeme