Nâzım Hikmet’in “Büyük insanlık” şiiri, aslında ironidir; insanlığın en kalabalık, en çok üreten, en çok rahatı ve huzuru hak eden kesiminin nasıl refahtan, güvenceden, imkândan, istidadını geliştirmek fırsatını asla bulamadığını anlatır. Buradaki gizli alayı hemen sezersiniz:
“Büyük insanlığın toprağında gölge yok
sokağında fener
penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
umutsuz yaşanmıyor.”
Bu şiirin söylendiği 1958’den iki yıl önce Dünya yörüngesine ilk yapay uydu gönderilmişti. 1930’larda yapılan ve cisimleri 400 kere büyüterek gösteren ilk elektron mikroskobu, 1958’de ilk anlamlı, yani insanlığa hizmet edecek şekilde kullanılmaya başlanmıştı. 1957 Asya gribi pandemisine aşı ve ilaç 1958’de geliştirilmiş, kızamık ve yaygın şekilde kullanılabilir çocuk felci aşıları da 1958’de doktorların eline ulaşmıştı.
1960’lar uluslararası siyasette ne kadar fırtınalı olacak idiyse de büyük insanlık için büyük umutlar vaat ediyordu. ABD’de Başkan Kennedy, Nixon’
Yollarını dört gözle beklediğimiz (!) Macron ve Merkel’in programı bile artık ilgimizi çekmiyor. Çünkü dünya olarak can derdine düştük. SARS 2003 ve Ebola 2013 yılında koronavirüsü benzeri salgına yol açmış, ancak tüm dünyayı bu kadar korkutmamıştı. Bir sosyal medya yazarının ifadesiyle “çünkü onlar beyaz adamı tehdit etmemişti.” Oysa SARS, 8000 vaka ile 26 ülkeyi etkilemişti. Ebola, üç yıl içinde defalarca bitmiş ve yeniden başlamıştı; 30 bin kişi hastalanmış, 11 bin kişi ölmüştü. Fakat SARS, esasen bir Çin meselesi olmuştu; Ebola da Afrika’nın sorunu. Beyaz adam, telaşlanmadan, kendisi için korkmadan aşı ve tedavi aramış ve bulmuştu.
Fakat bu kez iş başka! Tıp dünyasının 1960’lardan beri tanıdığı Korona virüsleri, 2003-2012 arasında birkaç kez insanlara bulaşmış; ancak salgın düzeyini alamadan, önlenmişti. 2019 sürümü ise kendisine adını veren taç görünümlü protein çıkıntıları ile solunum yollarına tutunarak ve az kişide de olsa
Aralık ayının başlarında Londra’da Suriye konusunda dörtlü bir NATO zirvesi yapıldı. O zamanki beklenti, bu toplantının bir İstanbul zirvesiyle sürdürüleceği yönündeydi.
Fransa’nın ne dediği belirsiz Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, bu toplantıdan kısa bir süre önce NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini söylemişti. Oysa o sırada NATO, Türkiye’yi Suriye’deki gayrimeşru rejime karşı, ama’sız-fakat’sız desteklediğini açıklasa, İdlib’deki gözlem faaliyetinin sürmesi gerektiğini bildirse, Rusya’nın ve Suriye’nin şu terörist-bu terörist hokkabazlığına karşı, kararlı bir duruş sergilemiş olsaydı, büyük ihtimalle Esad kendisinde Türk birliklerine karşı harekete geçme ve 50 evladımızı şehit etme cesaretini bulamayacaktı.
Londra zirvesi, Fransa liderinin yakışıksız açıklamalarıyla başladı ve durumu kurtarmak için yaptığı diğer yakışıksız açıklamalarıyla sona erdi. Macron, zirveden sonra diğer liderleri kenara iterek, basının karşısına geçti, elleriyle kollarıyla birtakım jest
ABD’nin derdini biliyoruz: Suriye’yi üçe bölmek ve bu yeni devletçiklerden birini, sözüm-ona Kürtlere ait olanı, Irak’taki Kürdistan Özerk Yönetimi ile birleştirerek, Başkan Wilson’ın “1915 Osmanlının Paylaştırılması” başlıklı haritasını gerçekleştirmek.
Bunu söylediğiniz zaman ABD’deki düşünce kuruluşlarındaki eski tanıdıklarınız siz, sadece bölgede geçerli bir tür hastalığa yakalanmışsınız gibi bakmaya başlıyorlar: “Vah vah... Türkiye’ye döndü, ‘ABD bizi yok etmek istiyor’ hastalığına tutuldu” diyen bakışları üzerinizde hissediyorsunuz.
Gerçi bunu hiçbir zaman gerçekleştiremeyecekler; geçen yıl Barzani’yi nasıl ikna ettilerse bağımsızlık ilanına ikna ettiler. Ancak Türkiye, Rusya ve İran Barzani’nin vaz geçmesini sağladılar. Sanırım bu çabada, bağımsızlık referandumu yapılırken Kuzey Irak Özerk Kürdistan sayılan alanın tamamının İsrail bayrakları ile donatılmış olmasının da etkisi oldu!
Böylece anladık ki, Rusya, “Ben
Rusya, Ukrayna’ya şu anda doğal gaz boru hattı için yılda 3 milyar dolar veriyor. Türk Akım boru hattı yapılıncaya kadar Ukrayna hattı Rusya’nın AB’ye tek gaz satış hattı idi. Ancak daha önce iki kere fiyat anlaşmazlıkları, bir kere de Kırım’ın işgali dolayısıyla çıkan siyasal ve hatta askeri gerginlik sırasında Rusya bu hattı kesti.
Şimdi bu hatta alternatif olarak Türk Akım’ın 930 kilometrelik yeni hattı var. Ukrayna’yı tamamen AB’ye muhtaç etmemek için Rusya bu hattan gaz satmaya devam ediyor. Ama bugüne kadar yaptığı açıklamalar Rusya’nın Türk Akım hattından yılda 31.5 milyar metreküp gaz sevk edeceğini gösteriyor. Bu, Rusya’nın bugünkü fiyatlarla yılda 500 milyon dolar elde edeceği anlamına geliyor.
Rusya’dan yine AB’ye gidecek Kuzey Akımı projesi de tamamlandığında, Rusya’nın toplam doğal gaz geliri 1.5 milyar dolara çıkacak. Kuzey Akımı ile birlikte Rusya’nın gaz ihracatındaki alternatif ihracat imkânı da üçe çıkmış olacak.
Washington’da bulunan Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar
AB ile “Geri Kabul Anlaşması” denen garabeti, yedi yıl önce imzaladık. Aslında “imzaladık” da çok doğru değil çünkü ortada ne imzalı bir kâğıt var ne parlamentodan geçmiş bir onay yasası.
Suriye halkı varil bombalarından, sokağın başını tutup üzerine makinalı tüfek ateşi açan kendi ordusundan kaçarak Türkiye’ye sığınmaya başlayalı iki yıl olmuştu. Umuyorduk ki AB’ye bizden geçerek gidecek Suriyeli mültecilerin geri gönderilmesini kabul edersek, bu kişilerin Türkiye’de veya Suriye’de geçici olarak kalacakları imkânların sağlanması için yardım edeceklerdir. Neden böyle bir şey umuyorduk?
Çünkü Avrupa ülkelerinin de bizim gibi Suriye mültecileri meselesine insanî bir pencereden bakacaklarını sanıyorduk. Başka türlüsü nasıl olabilirdi? Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, muharip olmayan erkekler, okula giden öğrenciler, hastalar, bakıma muhtaç olanlar, ilaç alması gereken hastalardı onlar.
Mesele bizim için o kadar insanî, o kadar acil bir
İnsan, acının ortasında iken, aklıselimi, sağduyuyu, hatta düz mantığı bile duymak istemez. Çocuğun düşmüş, dizi kanıyor, siz karşısına geçmiş “Yok bir şey... Acımıyor!” diyorsunuz.
Ama milletler çocuk değildir; halkın acısı ne kadar büyük olursa olsun, yılgınlığa hakkı yoktur; hele Türk milletinin tarihi, en yılgın, en çaresiz göründüğü anda sükûnetle, aklın çizgisinden sapmadığı, bu sebeple kazandığı örneklerle doludur.
15 Mayıs’ta, müttefik kuvvetleri İzmir’e getirip Yunan ordusunu bıraktıkları gün, bırakın İstanbul’u, Akhisar’da, Manisa’da halkın nasıl derlenip toplandığını hatırlayın.
O halde, 33 kahraman evladımızı Peygamber’in kollarına tevdi ettiğimiz (ve bu sayının artması ihtimali olan) bugün belki de soğukkanlı, sakin ve bir muhasebeci inceliğiyle durumu gözden geçirmemiz gerektiği asıl gündür.
Virüsleri inceleyen bilim uzmanına televizyonda soruyor programın sunucusu:
“Biz gazeteciler komplo teorilerini pek sevmeyiz ama sormadan edemeyeceğim: Korona virüsü laboratuvarda mı geliştirildi? Siz bu virüsü inceleseniz, bunu anlayabilir misiniz?” diye soruyor.
Virolog profesörün muazzam bir hümanizmle bu soruya cevaben verdiği “Ama bir bilim insanı bunu neden yapsın? Neden insanları öldürmek istesin?” sorusunu duysanız, sanırsınız ki dünya gerçekten iyi bir yerdir. Dünyada savaş denen şey olmamaktadır. Bilim, fen ve ordular, her gün yeni bir kitle ölüm aracı icat etmemektedir!
Heyhat!