AB ile “Geri Kabul Anlaşması” denen garabeti, yedi yıl önce imzaladık. Aslında “imzaladık” da çok doğru değil çünkü ortada ne imzalı bir kâğıt var ne parlamentodan geçmiş bir onay yasası.
Suriye halkı varil bombalarından, sokağın başını tutup üzerine makinalı tüfek ateşi açan kendi ordusundan kaçarak Türkiye’ye sığınmaya başlayalı iki yıl olmuştu. Umuyorduk ki AB’ye bizden geçerek gidecek Suriyeli mültecilerin geri gönderilmesini kabul edersek, bu kişilerin Türkiye’de veya Suriye’de geçici olarak kalacakları imkânların sağlanması için yardım edeceklerdir. Neden böyle bir şey umuyorduk?
Çünkü Avrupa ülkelerinin de bizim gibi Suriye mültecileri meselesine insanî bir pencereden bakacaklarını sanıyorduk. Başka türlüsü nasıl olabilirdi? Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, muharip olmayan erkekler, okula giden öğrenciler, hastalar, bakıma muhtaç olanlar, ilaç alması gereken hastalardı onlar.
Mesele bizim için o kadar insanî, o kadar acil bir olguydu ki, AB ile yaptığımız anlaşmanın, uluslararası bir mahkemede geçersiz kılınabileceğini bile düşünmedik. Koskoca AB hukukçuları, bir ülkeyle, büyük büyük ifadelerle, “bir tarafın topraklarından diğer tarafın topraklarına doğrudan giriş yapan ya da bu topraklarda kalan…” gibi hukukî imiş izlenimini veren kelimelerle dolu bu anlaşmayı kaleme almışlardı.
1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair BM Sözleşmesine göre Türkiye’den geçerek söz gelimi Fransa’ya gidecek bir mültecinin şu veya bu sebeple topraklarında bulunma veya ikamet etme koşullarını yerine getirmediğine Fransa karar verirse bu kişiyi Türkiye’ye geri gönderebilecekti. BM Sözleşmesine göre böyle bir geri gönderme mümkün olamazdı; bu kişinin mülteci şartlarını yerine getirmediği kararını o ülkenin mahkemesine götürme hakkı vardı; ama AB nasıl olsa bu kişiler için güvenli barınma imkânı sağlayacaktı. O halde mesele yoktu.
Yok muydu gerçekten? AB bu imkânı sağladı mı? Nasıl olsa Türkiye bu kişilere barınma imkânı sağlıyordu; bir iki siyasal demeç dışında şikâyet de etmiyordu. O halde AB açısından gerçekten ortada bir mesele yoktu. O kadar ki, İdlib yerle bir edilip yeni bir 4 milyon mülteci sorunu gibi Türkiye’nin gerçekten başa çıkamayacağı bir durum ortaya çıkıncaya kadar AB Suriye, Suriyeli, mülteci, göçmen, sığınmacı gibi kelimeleri bile duymak istemedi.
Oysa Rusya ve İran’ın arkaladığı Beşar Esad rejimi, mezhep kaygıları ile ülkedeki bütün Sünnileri ülkeden tek tek temizlemeye kararlı idi. Rusya, İran ve Suriye’nin bu kararlılığını bütün AB dokuz yıl önce, Suriye iç savaşı başladığı andan itibaren görebilirdi. Türkiye, AB’ye gitmek isteyen bütün Suriyelilere serbest geçiş hakkı tanımış olsa idi, Yunanistan, Bulgaristan bu kişilere serbest geçiş hakkı tanısaydı, Almanyası, Fransası, İngilteresi bu kişileri kolayca Türkiye’ye geri gönderemeseydi AB bu sorunu kaynağında ve başladığı gün çözmek zorunda kalırdı.
Geç oldu, güç oldu. Şu anda tek tesellimiz, zararın bir yerinden dönülüyor olmasıdır.