ABD’de bavulunu THY’ye verirsin; iki bavul ve iki iç kabin çantası ayrıcalığı, taze köfteler, patlıcan salataları ve hatta turşu lüksüyle, 8 saat boyunca film, soğuk içecek, sandviç, çay ve kahveyle şımartılarak İstanbul’a gelirsin. Sonra devam edersin dünyanın dört köşesine...
Taşıdığı yolcu, indiği havaalanı, filosundaki uçak sayısı, cirosu ve kârı son 13 yıldır sürekli artan (artıştaki geçen yılki nisbî yavaşlama hariç) THY, böylece sadece dünyanın en büyük 15 havayolu şirketi arasında girmekle kalmadı, dünyanın en çok yere uçan havayolu oldu.
Ülkelerin, ticarî bile olsa, havayolu şirketlerine “flagcarrier” (bayrak taşıyıcı) denir. Söz gelimi, ABD kamu görevlilerinin, resmî görevle uluslararası bir yolculuk yapmaları gerekirse, bunu “Amerikan bayrağı taşıyan bir uçakla” yapması zorunludur. THY, sadece bir havayolu değildir; bu ülkenin bayrağını 7 kıta 108 ülkede dalgalandıran bir gurur abidesidir.
Diyelim ki THY ile ABD’den başlayan yolculuğun sonunda gideceğiniz yere vardınız ve bavullarınızı açmaya başladınız. Bavulun içinde, eşyalarınızın üstünde bir küçük matbu kağıt bulabilirsiniz: “Bu bavul TSA (Ulaştırma Güvenlik Dairesi) tarafından açılmıştır.”
Uçağın içine almadığınız bir
Seçimler bitti; Hollanda sakinleşti. Darısı Almanya’nın başına.
Bir taraftan, “Biz Nazi değiliz; bize Nazi demenize çok üzülüyoruz!” yollu açıklamalar, öte yandan PKK’yı destekleyen gruplara, PKK sloganlarıyla bezenmiş afiş ve flamalarla gösteri yürüyüşü yaptırtmak gibi akıl almaz uygulamalar... Ve bunların üstüne doğrudan Başbakanlığa bağlı bir istihbarat dairesi başkanının “FETÖ’nün 15 Temmuz’un arkasında olduğuna dair kanıtlara ikna olmadık” yollu demeci.. Almanların 24 Eylül’deki seçimlerine kadar bu “tribünlere oynama” semptomu giderek daha fahiş boyutlara varacak
gibi görünüyor.
Bir kere kendisi her ne kadar siyasal memur olarak atanmış da olsa Federal İstihbarat Hizmetleri dairesi BND’nin genel müdürü Bruno Kahl’ın bir derginin siyasal nitelikteki sorusuna siyasal nitelikte bir cevap vermesi, en basit deyimiyle şaşırtıcıdır ve bırakın dost ve müttefik ülkeyi, iyi komşuluk ilişkilerine bile uymamaktadır. Eğer Alman hükümeti,
15 Temmuz darbe girişiminin arkasında FETÖ elemanlarının bulunduğuna dair yapılan açıklamaları, polis fezlekelerini, savcı iddianamelerini ve giderek sayıları artan mahkeme kararlarını yeterli bulmuyorsa, bunu Der Spiegel dersinin muhabirine demeç
Amerika’da da hükümet sadece bütçe için yasa tasarısı verebilir. Başkan Trump’ın Kongre’ye sunduğu ilk bütçe tasarısı, ihtiyaç sahibi yoksul, yaşlı ailelere verilen yemek ve benzeri sosyal yardım programlarından kestiği ödenekleri ekleyerek, devasa bir savunma bütçesi içeriyor: Tam 585 milyar dolar! Amerika’da nereye harcanacağı belirlenmiş olan geçen bütçe yılı ödenekleri de, yeni bütçe yılı içinde verilmeye devam edildiğine göre, bu bütçenin gerçek büyüklüğü 700 milyarı bulabilir. ABD’nin yeni yıl bütçesi 4 trilyon dolar olduğuna göre, bu harcama, Amerika’nın toplam harcamalarının dörtte birine yakın.
Dışişleri Bakanlığı bütçesinde yapılması önerilen yüzde 30’luk azalma dikkate alınırsa, Amerika, Trump yönetiminde dünya ile daha az konuşan, ama daha çok değnek sallayan bir pozisyona girmiş oluyor. Bu değnek kimi muhatap alıyor? Uzmanların “kaba kuvvet bütçesi” dediği bu savunma harcaması ile Trump’ın kimi karşısına aldığı sorusuna açık ve seçik bir cevap verilemez; ancak bazı çıkarsamalar yapılabilir.
ABD’nin güç göstermeye yatkın olduğu başlıca iki ülke var: Rusya ve Çin. Özellikle de Çin... Ticarette Çin tarafına ağır basan terazi, sadece Trump’ı değil, ama hizmet sektöründe
Ekonomide bilinen bir kural vardır: Kötü para iyi parayı kovar. Diyelim ki bir hükümet piyasaya külçesinin, maden olarak değeri üzerinde yazılı olan değerden daha yüksek bir para çıkarttı. (Bir tarihte olmuştu; içindeki gümüş miktarı 175 kuruş olan 1 liralık paralar sürülmüştü.) Millet o zaman ne yapar? Külçesinin maden değeri hiç yüksek olmayan diğer (kötü) paraları vererek bu (iyi) paraları toplar. (Nitekim 175 kuruşluk değeri olan o 1 liralar bazen 5 adet 25 kuruş verilerek toplanmış, yani piyasadan çekilmişti.)
Bu olguyu 16’ncı yüzyılda gözlemleyen İngiliz maliyeci Sir Thomas Gresham’in ortaya attığı ifadeye daha sonra Gresham Yasası adı verildi ve ekonomi dışında da kullanıldı. Bir şeyin yerini tutabilecek şey daha kötü ise o kitlelere daha cazip görünüyor. Kötü mal, aynı piyasadaki bütün malları da kötüye doğru çekiyor.
Örnek üzerinde daha rahat konuşulabilir: Zaten istikrarsız ve parlamenter sistemin en kötü örneklerinden biri olan Hollanda’da sistemin zaaflarını istismar eden popülist (ki bunu “halk dalkavuğu” diye anlamak lazım) Geert Wilders 19 yıl önce peyda oldu. Wilders katıldığında bir liberal parti olan Özgürlük ve Demokrasi İçin Halkın Partisi (VVD) Wilders
13 Mart, Amerikan tarihine ilk kez bir Başkan’ın mahkeme görevi görmek üzere toplanan Senato’da yargılandığı gün olarak geçmiştir. Bu, 1868’de, Kongre’nin korumak istediği Savaş Bakanı’nı görevinden atan Başkan Andrew Johnson’ın başına gelmişti. İkinci ve son yargılama 1998’de Bill Clinton’ın başına geldi.
Johnson, iç savaşı yöneten, ABD’de esareti kaldıran ve suikaste kurban giden Abraham Lincoln’ın yardımcısıydı. Lincoln ölünce yerine geçmişti. ABD birliğinden ayrılarak iç savaşı başlatmış olan eyaletleri ve iç savaştaki güneyli komutanlarla siyasal liderleri affederek ülkenin savaşın yıkıntılarını atlatarak, yeniden birleşmesini sağlayan kişiydi. Tennessee eyalet valiliği, milletvekilliği, eyalet senatörlüğü yapmıştı. Eyaleti ABD’den ayrılıp güneyde yeni kurulan birliğe katıldığı zaman, bu eyaletin senatörü idi ve bu görevinden istifa etmeyen tek güneyli olmuştu. Belki de bu sebeple, kendisini onurlandırmak amacıyla Lincoln onu Başkan Yardımcısı olarak yanına aldı, seçime girdi ve kazandı. Ne var ki, Lincoln yemin ederek göreve başladığı gece suikasta kurban gidince Johnson başkanlığı dört yıl devraldı. Aslında Lincoln’ı öldüren kişi Johnson’ı da öldürmek üzere plan yapmıştı ama
Beşar Esad’ı ve Suriye’yi sadece Türkiye’nin huzursuz komşusu, halkının üçte biri Türkiye’ye sığınmış bir ülke prizmasından görürsek, korkarım bu günlerde ülkede başlaması muhtemel büyük olayları anlamakta güçlük çekeriz. Hatta bu prizma bize, ülke içinde ülke oluşturma yani sözümona Kürt kantonları kepazeliğini de Amerikan özel harekât birliklerinin Rus ordusuyla bayrak gösterme (show the flag) yarışına girdikten sonra yarın bu kantonları (ve PYD-YPG gibi PKK türevlerini) yüzüstü bırakıp gitmesini bile anlamlı şekilde
gözleme imkânı vermez.
Biraz geriye, Ocak 1994’e gider ve zamanın ABD Başkanı Bill Clinton ile Beşar’ın babası Hafız Esad arasındaki görüşmenin ayrıntılarını gözden geçirirsek, ABD’nin Suriye perspektifini yakalama imkânımız olabilir.
1994 Cenevre görüşmesi özellikle önemlidir çünkü Clinton bu görüşmede Suriye’den “ABD’nin dostu olan komşularına karşı yıkıcı-bölücü, tehdit edici davranışlardan ve tutumlardan vazgeçmesini” reddedilmesi zor bir dille söylemişti. Daha sonra çıkan yorumlarda, Clinton’ın dilinin çok tehditkâr olduğu ifade edilmişti.
Clinton’ın adını verdiği iki ülke vardı: Türkiye ve İsrail. ABD Suriye’den PKK’ya desteğini kesmesini ve elebaşı
Trump’ın “başkan gibi” davranarak Kongre’deki ortak oturumda yaptığı “sesleniş” sayesinde neredeyse Demokratlarla arasında yeni başlangıç yapılmasına, hattâ yeni balayına yol açacağı tahminlerinin üzerinden 24 saat bile geçmeden yeni kriz patladı. ABD Adalet Bakanlığı’nın adı açıklanmayan yetkilileri, Adalet Bakanı’nın göreve gelmeden önce, Rusya’nın Moskova Büyükelçisi Sergey Kislyak ile iki kere görüştüğünü açıkladılar. 1997’den beri Alabama Senatörü olan Jeff Sessions, bakan olmak için senatörlükten istifa etmiş ve düne kadar arkadaşı olan senatörler tarafından sorguya çekilmişti. Bu sorguda Demokrat Senatörlerin çoğu Sessions’a karşı çıkmışlar ve adeta bir açığını yakalamak ister gibi dönüp dolaşıp, “Kampanya sırasında Trump’ın vekili sıfatıyla Rusya yetkilileri ile görüşmeleriniz oldu mu?” diye sormuşlardı. Sessions, bu sorulara “Olmadı!” diye karşılık vermişti. Bir başkasının “Bir hükumet yetkilisinin kampanya sırasında ‘surrogate’ (vekil, yerine geçen kimse) sıfatıyla böyle bir görüşmesi ortaya çıkarsa, ne yaparsınız?” sorusu üzerine Sessions, “Öyle birsinin olup olmadığını bilmiyorum. Cevap veremeyeceğim” demişti.
Sessions nereden bilecekti ki kendisi “Trump’ın vekili”
‘Radikal İslamcı (veya İslamî) terör’ terimi, adeta Batı dilleri sözlüklerine girdi. Bush’dan tutun, Thatcher’a, Hollande’a, Merkel’e, Blair’e ve Obama’ya kadar hemen bütün eski-yeni Batı lideri, bu terime karşı çıkmış; bunu kullanmanın sadece teröristin ateşine yakıt taşımak olacağını söylemişti. İslam âlimleri, teröristin Müslüman olmasına veya böyle söylemesine bakarak terörün İslam’a mal edilmesine imkân olmadığını söylüyorlar. Ama siyaseten de bu doğru değil; özellikle Batı ülkelerinde doğmuş-büyümekte ve teröre karşı İslamî öğretiden mahrum gençlerin, şiddeti meşru saymasına yardımcı oluyor.
ABD’nin yeni başkanı ağzını açtığında makineli tüfek gibi, bu üç kelimeyi art arda sıralıyor. Yığınla hatasına rağmen, Obama bile, DAEŞ’ten açık adıyla, “İslam Devleti” diye söz etmez, bunun Müslümanların çoğunlukta olduğu 50 ülkeye hakaret olacağını söyleyerek kısaltmasını kullanırdı.
Beyaz Saray’a aldığı kişiler ve onların yardımcıları giderek daha bilinir-tanınır oldukça, Trump’ın ağzını bu üç kelimeye bu kadar alıştıranların kimler olduğu daha iyi bilinir hale geliyor. Bu ekibin başında Trump’ın özel danışmanı ve bir kararname ile Ulusal Güvenlik Konseyi’nde bir sandalye verdiği