Kurşunlu’da köylüler evlerini konuklara açıyor, köy meydanında büyük sofralar kuruyor, ekmek fırınlarını ardı sıra yakıyorlar. Gelen konuklarla birlikte dalından kiraz toplayıp, kiraz ağaçlarının altında şenlik düzenliyorlar
Bilecik’te çiftçilik yapan Bedriye Berber Engin, bir gün hayvanlarını otlatırken bir kitap okur. O kitap, Afrika’daki yoksul bir köyün turizmle değişen kaderini anlatıyordur. Turistleri köye çeken her şey, aslında kendi köyünde de vardır. Ve Bedriye hanım o gün kararını verir. Köyünü turizme açacaktır.
Bugün o köy; yani Kurşunlu, 10 bine yakın turiste ev sahipliği yapan bir “ekoköy”e dönüşmüş durumda. Türkiye’nin her yerinden hatta dünyanın çeşitli ülkelerinden konuk ağırlıyorlar. Bu mevsim o derece yoğun ki, rezervasyonlara yetişemiyorlar. Geçen hafta 65 turisti konaklamalı misafir etmiş köy. Evlerini konuklara açıyor, köy meydanında büyük sofralar kuruyor, ekmek fırınlarını ardı sıra yakıyorlar böyle dönemlerde. Büyük bir koşuşturmaca yaşanıyor yani. Hemen hemen her köylü de sürecin içinde. Kimi yemekleri hazırlayıp gözlemeyi yapıyor, kimi konukları karşılıyor, kimi de gruba eşlik edip rehberlik yapıyor. Bu dönem kiraz hasadı mevsimi. Gelen konuklarla birlikte
Her öğünde ciddi bir pestisit kokteyline maruz kaldığımız ortada. Ama hangi oranda olduğu ancak gıda denetimleriyle anlaşılabiliyor
Günlük besinlerimizin tamamını organik ürünlerden seçersek sadece 1 haftada vücudumuzu yüzde 60 oranında böcek zehrinden arındırmış oluyoruz. Bu çarpıcı veri; ABD’de yapılan bir araştırmaya dayanıyor(1). Araştırma, 4 Amerikan ailesi üzerinde gerçekleşmiş. Önce aile üyelerinin kan ve idrar örneklerinde, 14 tip pestisit (tarım zehri) kalıntısının hangi oranda bulunduğu saptanmış. Ardından da aileler 6 gün boyunca tamamen organik ürünlerle beslenmiş. Ve yeniden kan ve idrar örneklerine bakılmış. Sonuç oldukça çarpıcı. Bünyelerindeki kimyasal seviyelerinde yüzde 95 oranında düşüş yaşanan bileşikler var. Mesela organik beslenen ailelerin vücudundaki malathion zehri, yediklerine bağlı olarak yüzde 95 oranında azalmış. Malathion, tarım zararlılarının sinir sistemini tahribata uğratan bir kimyasal. Sebzeden meyveye geniş ölçekli bir kullanım alanı olduğu için günlük diyetle vücudumuzda birikmesi muhtemel. Malathion’un Türkiye’de de mısırdan domatese, üzümden fasulyeye çok sayıda sebze ve meyvede kullanıldığını da hatırlatalım.
Kimyasal savaş ajanı
Araştırmanın
Denizler plastik çorbasına dönmüş durumda. Mikro düzeye kadar parçalandıkları için bu kirliliği göremiyoruz ama balıkların dokularına kadar işlediği bir gerçek.
İçecek şişe ve kutuları, yağ şişeleri, çöp torbaları, yemek paketleri, şişe kapakları, oltalar, ağlar, izmaritler, eldiven, çizme, lastik, tabla, kutu, konteyner, ayakkabı, kıyafet, şişe, ampul, tabak, bardak, gübre, aeresol kutuları, otomobil parçaları, bilgisayar ekipmanları, monitörler, mobilyalar... Bunlar denizlerimizden çıkanlar. Bu yazıyı okumayı bitirdiğinizde, denize 3 kamyon çöp daha atılmış olacak. O yüzden artık eskisi gibi mavi değil denizimiz. Büyük bir kirlilik yüküyle karşı karşıyayız. Yıllık 8 milyon ton çöp, denize dökülüyor. Ve bu çöplerin yüzde 80’i karasal kökenli. Yani insan kaynaklı.
Türkiye’de de durum iç karartıcı. En büyük kirletici, dere ve nehirlerin taşıdığı atıklar, arıtılmayan atıksular ve halkın yeşil alan ve deniz kıyısına bıraktığı çöpler. Karadeniz’e ulaşan atıklar, dere ve çayların çöplük gibi kullanıldığını gösteriyor. Sakarya’da tarımsal kirlilik çok yoğun. Marmara’da sanayi ve yerleşim baskısı denizi griye boyadı. İzmit, Çekmece, Bandırma ve Tuzla bölgesinde yoğunlaşan ağır metal ve
Yerel tohum belli bir bölgeye has çeşit sebze ve meyve için kullanılan bir kavram. Yerel tohumun yasak olduğuna yönelik bir algı yaratılmak isteniyor ancak bu doğru değil
Tohumu anlatmaya devam... Maalesef toplumun bir bölümü komplo teorilerine çok meftun. İsrail menşeili tohumlar nedeniyle hastalıklara yakalandığımıza inanan ciddi bir kesim var. Bugünün dünyasında tohumun milliyetini konuşmak yersiz. Çünkü yerli tohum diye bildiğimiz tohumun anacı bile ithal. Küresel bir pazar söz konusu ve yerli tohum firmalarının bir bölümü yabancı ortaklı.
Evet, Türkiye bugün İsrail’den 12 milyon dolarlık tohum alıyor. Ama aynı Türkiye, Fransa’dan da 27 milyon dolarlık tohum alıyor. Peru’dan da 12 milyon dolarlık tohum alıyoruz ama kimsenin dilinde “Peru tohumu” yok. Şunu da vurgulamak gerek; Türkiye, İsrail’den aldığı tohumla yetiştirdiği domatesi yine İsrail’e satıyor. Komplo teorilerine biraz bu gerçeklerle yaklaşmamız gerek.
Yerli ve milli tohum
Bir diğer bilgi kirliliği de yerli/yerel tohumda yaşanıyor. Tohum üreticileri kökü (anaç) dışarıda da olsa Türkiye’de üretilen sertifikalı tohumları “yerli” olarak adlandırıyor. Anaç bizimse “milli tohum” diyorlar. Yerel tohum ise belli bir bölgeye
Gıda geçmişten günümüze ülkelerin en hassas konusu. Bu hafta forumların ve sosyal medyanın en gözde konusu tohumu ele aldık
Forumların, blogların, sosyal medyanın en gözde konusudur tohum. Komplo teorilerinin ve hamasetin de en belirgin öznesidir. İsrail’in kısır domates tohumlarıyla zehirlenip kanser olduğumuzdan tutun, genetiği değiştirilmiş buğdayla beslendiğimize değin birçok şehir efsanesi yazılır, çizilir. En çok dile getirilen iddialardan biri de tohumda tamamen dışa bağımlı olduğumuz savıdır. Oysa ki, Türkiye Tohumcular Birliği’nin(TÜRKTOB) raporuna göre, tohumculuk sektörünün ihracat oranı ithalatını aşmıştır. Yani Türkiye, tohum ve fideden şu an için para kazanıyor durumda.
Gıdayı yönetmenin önemi
Tabii meseleye salt alıp-sattığımız tohum üzerinden bakmak yanıltıcı olabilir. Zira gıda, geçmişten günümüze ülkelerin en hassas konusu. Henry Kissenger’ın da vurguladığı üzere gıdayı yönetmek aslında insanlığı yönetmek demek. O açıdan devletler için esas kavram, yeterlilik olmalı. Türkiye’nin kendi kendine yetebildiği gıda ürünleri olduğu gibi dışa bağımlı olduklarımız da var. Mesela TÜRKTOB’un verilerine göre; buğday, arpa, yulaf, çeltik ve çavdarda dışa bağımlı değiliz.
Tüketim alışkanlıklarımız, beslenme şeklimiz, yaşam tercihlerimiz ve endüstrimiz dünyaya kaldıramayacağı bir yük yarattı. Mevcut yaşam pratiğimizle bugün en az 1.5 dünyaya ihtiyacımız var.
Üç gün sonra Dünya Çevre Günü. Milyarlarca yıllık gezegeni son 100 yılda çok hırpaladık. İnsan virüsü, dünyanın ateşini yükseltmeye başladı. “Küresel ısıtma” gezegenin en büyük tehdidi artık. Çünkü yol açtığımız kirliliğin boyutları inanılmaz. İnsan, kendi eliyle kurduğu medeniyeti yine kendi eliyle yok etmek üzere. BM’nin son raporu, bu gerçeği tüm çıplaklığıyla yüzümüze vuruyor. Bugün 1 milyon bitki ve hayvan türü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
Tüketim alışkanlıklarımız, beslenme şeklimiz, yaşam tercihlerimiz ve endüstrimiz dünyaya kaldıramayacağı bir yük yarattı. Mevcut yaşam pratiğimizle bugün en az 1.5 dünyaya ihtiyacımız var. Fosil yakıta dayalı sanayiyle atmosferdeki karbon oranını kritik seviyeye çıkardık. Palm yağı üretmek için Almanya genişliğinde ormanlık alanı yok ettik. Çölleşme yüzünden verimli tarım alanlarının dörtte birini yitirdik. Aşırı avlanmayla denizlerdeki canlı yaşamını zora soktuk. Tarım kimyasallarıyla deniz ve akarsulara ölüm saçtık. Suni gübreyle toprakta derin
Öğrenci evinde kurulan bir laboratuvardan çıkan Biolive, dünyada sadece 35 firmada bulunan USDA sertifikasına sahip bir markaya dönüştü.
The Guardian karar aldı; artık ‘iklim değişikliği’ yerine ‘iklim krizi’ ifadesini kullanacaklar. Haberlerinde, ‘Küresel ısınma’ ifadesinin yerini de ‘küresel ısıtma’ alacak. En azından dünyayı yakıp kavuran Homo sapiens, dilde kendini soyutlamayacak artık. Oysa ki ne kadar da mahirdik, canavarlar yaratıp mevcut sorundan kendimizi soyutlamakta. “Trafik canavarı” ya da “enflasyon canavarı”yla büyüyen nesiller için, ‘küresel ısıtma’ demek epey zorlanacak.
İngiliz yayın organını yeni dile zorlayan Greta Thunberg’in dahil olduğu Z kuşağı oldu. O kuşak bugün sokaklarda dünyadaki yangının sönmesini istiyor. O yangının en önemli nedeni, plastikler. Plastik kirliliği, küresel ısıtmaya yol açan en büyük emisyon kaynağı. Sadece 2010 yılında okyanuslarımıza 12.7 milyon ton plastik karışmış. Daha yeni 600 nüfuslu Kokos Adaları’nda 977 bin atık ayakkabı ile 373 bin atık diş fırçası bulunduğunu öğrendik. Kıyalardaki pet şişe, plastik kaşık çatal, pipet ve naylon torba hesaplandığında, kişi başı 400 kilo atıkla karşı karşıyalar. Balina ve kaplumbağaların
Gezegenimizi tehdit eden ana unsurlardan plastiği dönüştürerek iplik elde eden Gama Recycle, bu ipliği dünyanın dört bir yanına ihraç ediyor.
Medeniyetimizin en güncel tehdidi plastik kirliliği. Artık herkes bu kirliliğin nasıl önlenebileceğini tartışıyor. Biz poşeti ücretli yaptık mesela. Ancak bu çok küçük bir adımdı. Avrupa Birliği ise yakın zamanda, plastik tabak, kaşık, çatal ve pipeti yasakladı. GreenPeace Türkiye de buna dair bir imza kampanyası başlattı. İmzacı sayısı 100 bini aştı. Günde 144 ton plastiği denize attığımız düşünüldüğünde geç bile kaldık aslında. Tek kullanımlık plastiklerin yasaklanması şart. Ama yetmez. Acilen plastik şişeler ve mikroplastiğe neden olan kimyasallar için de radikal adımlar atmalıyız. Çünkü ülkemizde günde bin ton pet şişe atık haline geliyor ve bunun yaklaşık yarısı toprağa gömülüyor. Ve o plastikler yüzlerce yıl toprağa, suya zehir saçıyor. Artık, bu coğrafyada hem üretimi hem de tüketimi sürdürülebilir kılmanın vakti geldi, çattı. Doğaya kirlilik yükü olabilecek her materyali dönüştürmek bugünün en önemli ödevi. Türkiye’de bu alanda örnek bir iş yapılıyor aslında. Gama Recycle, ayda 60 milyon adet pet şişeyi ipliğe dönüştürüyor ve bu