Besin değeri oldukça yüksek olan muzun hasattan sonra kesilen gövdesi arındırdığı lifle oldukça elverişli bir tekstil ürününe dönüşüyor.
Muz, bu topraklara ilk olarak süs bitkisi olarak girmiş. Mısır’dan getirilen süs bitkisi meyve verince Alanya’da ticari üretim başlamış. Neredeyse 100 yıl önce. Şimdi 300 bin ton muz üretiliyor o bölgede. Muz hem lezzetli hem de sağlıklı bir meyve. Besin değeri oldukça yüksek. 34 çeşit vitamin ve mineral barındırıyor. O yüzden çok değerli. Ama sadece meyvesi değil, muzun atığı da ekonomik ve ekolojik bir değer. Hasattan sonra kesilen muz gövdesi barındırdığı lifle oldukça elverişli bir tekstil ürününe dönüşüyor. Hem de tam bir ekolojik dönüşüm söz konusu. Gövdeden lif çıkarılırken oluşan posa da gübre olarak kullanılabiliyor. Yani muz demek, aslında ‘sıfır atık’ demek.
Muzun Türkiye’deki anavatanı Alanya, muz lifinin de öncüsü olma hedefinde. Lif ayırma makinesi alarak bir atölye kuran Alanya Belediyesi, muz lifiyle Alanya ipeğinin karışımından yerel bir kumaş türü elde etmiş. Kumaş yüzde 50 muz lifi yüzde 50 ipekten oluşuyor. Bu kumaşla modacı Vural Gökçaylı’nın tasarladığı elbise büyük ilgi görmüş. Belediye de bu yerel kumaşı tescil ettirmiş.
TOBFED bir proje başlattı. İstanbul Üniversitesi Çevre ve Yer Bilimleri Uygulama Merkezi’yle iş birliği yapan dernek, oto yıkama suyunun 10 kez kullanılmasını hedefliyor.
Biz sudanız. Yaşam suyun içinde filizlendi. Irmaklar toprağı besleyen kandır ve bizi ağlatan gözyaşları sudan yapılmıştır...
Latin Amerikalı yazar Eduardo Galeano’nun bu sözleriyle noktaladım suya dair sunumumu geçtiğimiz hafta sonu. TedxReset 2019’da suyu anlattım, suyun aslında yaşam olduğunu... Ancak sahneden indiğimde 18 dakikaya sığdıramadığım o kadar çok şey vardı ki, bu yazıyı yazmak farz oldu.
Suyla ilişkimiz maalesef çok hoyratça. Suya hayrat olarak bakan bir kültürden hoyratlığa evrilmemiz ise dramatik. Hiç eksilmeyecek hep var olacak bir meta olarak algılıyoruz bu coğrafyada suyu. Ancak gerçek, hiç de öyle değil. Mevcut tablo değişmezse 2050 yılında ‘su fakiri’ olmamız yüksek olasılık. 2030 yılı itibarıyla “su stresi” yaşamaya başlayacağız. Buna rağmen var olan suyumuzun yüzde 79’unu vahşi sulamayla tüketiyoruz. Şehirlerde özensizce su tüketip, dereleri, nehirleri atıklarla kirletiyoruz. Sonuç; Meke Gölü gibi kuruyan 30’u aşkın göl, yüzlerce obruk ve suya bağlı ekosistemlerin çöküşü. Aslında bugün
Bazı ölümlerde faili hemen tahmin edersiniz. Bir tarlada nesli tükenen bir kuşsa yere düşen, bilirsiniz ki bir avcı geçti oradan. Binlerce arı uçamıyorsa artık, anlarsınız ki yakınlarda ilaçlama denilen zehir uygulaması yapılıyor.
Bu acı gerçeği, geçtiğimiz günlerde Milas ve Aydın’da bir kez daha deneyimledik. Toplu arı ölümü haberi ajansa ilk düştüğünde; “Fail pestisit” demiştim kendi kendime. Bir gün sonra Zootenkist Prof. Dr. Mete Karacaoğlu açıkladı: “Analizlere göre ölümler tarım ilaçlarından”... Tabii bakmayın siz, ona tarım ilacı dendiğine. Aslında toprağa atılan zehir o. Atılma nedeni de faydalı/faydasız tüm canlıları bitkilere zarar vermesin diye topluca öldürmek. Arı nasıl kaçsın bu katliamdan? Daha önce de yazmıştım, pestisitlerin arıları öldürdüğünü ve neonikotinoidlerin yasaklanması gerektiğini. Bir kısmı yasaklandı ama hâlâ uygulananlar var. Zaten arıcılar hiçbir denetim olmadığından yakınıyor. Aydın Arı Yetiştiricileri Birliği Başkanı Ayhan Özdemir, çiftçilere “Bari ilaçlamayı akşam yapın” diye neredeyse yalvardıklarını ama “Arını kapat gezmesin” yanıtı aldıklarını söylüyor. Kırdaki tablo maalesef bu. Biyolojik zenginliğimizi yabancı şirketlerin zehirleriyle ortadan
Apiterapi Derneği Başkanı Dr. Ali Timuçin Atayoğlu arı ürünlerinin tıbbi değer kazanması için gerekli üretim şartlarının ve sıkı protokollerin yerine getirilmiş olması gerektiğini söylüyor .
Bugün aspirin varsa, bunu söğüt ağacına borçluyuz. Nüfusu kırıp geçiren, 4 papa öldüren sıtmayı insanoğlu kınakına ağacı sayesinde yenebildi. İlk yerli ilacımızın kökeninde Manisa’da yetişen şevketi bostan (colymus hispanicus L.) bitkisi vardı.
Kanser ilaçlarının yarısı doğa kökenli. Bunları neden söylüyorum? Modern tıpla geleneksel tıp aslında yüzlerce yıldır iç içe. Ancak bugün şarlatanlığa varan uygulamalar, bu bağı ciddi anlamda zedeledi. Bilimsel temeli olmayan bitki formülleri hem yarardan çok zarar verdi hem de bilgi kirliliği yarattı. Bunun yüzlerce örneğiyle gün be gün karşılaşıyoruz.
Bu alanda bilimle eşgüdüm halinde olanlara kulak vermekte fayda var. Apiterapi Derneği ve Uluslararası Apiterapi Federasyonu Başkanı Dr. Ali Timuçin Atayoğlu da bu görüşte. Tıp eğitimi almış ve yıllarca hekimlik yapmış bir isim Dr. Atayoğlu. Sonrasında arı ürünlerinin, hatta arı zehrinin sağlık amacıyla kullanımı; yani apiterapi alanında çalışmaya başlamış. Parkinson, MS, ALS gibi bazı nörolojik
İstanbul’un yanıbaşında Kandıra’da organik tarımın yapıldığı Narköy’ü esas değerli kılan bölüm tohum bankası. Bu hazineyi biriktiren Narköy’ün kurucusu öğretmen emeklisi Nardane Kuşçu. Herkes ona “Nar Anne” diyor.
Kara kılçık, Kızılcık, Sarı Mustafa, Topbaş, Sünter, Deli Hüseyin, Kavılca, Gernik... Bunlar, Anadolu’ya has buğday çeşitleri. Bu toprakların genetik mirası yani. Bu mirasa ‘gözümüz gibi’ bakılan bir çiftlikteydim geçtiğimiz hafta. Hem de İstanbul’un yanıbaşında Kandıra’da. İsmi Narköy. Eğitim turizmiyle organik tarımın kesiştiği örnek bir uygulama Narköy. Çiftlikte permakültür ilkeleri hakim. Sentetik gübre ve kimyasal tarım zehirleri toprağa değmiyor. Gübre ise, ahırdaki hayvanlardan sağlanıyor. Bitkilere böcekler dadanırsa biyolojik yöntemlerle mücadele tercih ediliyor. Sarımsak ve sirke gibi geleneksel yöntemlerle “zararlılar” uzaklaştırılyor. Böceğin yaşam hakkı esas yani. Ve neredeyse tüm ihtiyaç, çiftliğin arazilerinden karşılanıyor. Ayrıca elektrik için güneş panellerinden yararlanılıyor, kullanılan su, göletlerde biriktirilip tekrar toprağa dönüyor. Çiftliğin eğiticileri arasında da köylü kadınlar var. CEO’lara, beyaz yakalılara tarımı, toprağın bilgeliğini
Meğer, yediğimiz peynirde margarin olması, hatta sütsüz olması ihtimali bile oldukça kuvvetliymiş. Nasıl mı? Anlatayım...
Süt ürünüyle “Tarım Oscar”ı alan kooperatifin yöneticisi anlatmıştı geçtiğimiz günlerde... “Antalya’daki gıda denetiminde peynirimizden bitkisel yağ çıktı bilgisi geldi. Şaşırdık, çünkü mümkün değil. Araştırınca, anlaşıldı ki; bizim etiketle başka bir firmanın peyniri satılıyormuş. O firma da, üretimini süte margarin ekleyip yapıyormuş.” Haliyle hemen sordum; ‘Bu peynir üretiminde yaygın mı?’ diye. Meğer, yediğimiz peynirde margarin olması, hatta sütsüz olması ihtimali bile oldukça kuvvetliymiş. Nasıl mı? Anlatayım...
1 kilo peynir 11 kilo sütten yapılıyor. Bir peynir teneke (w18-19 kilo) peynir için yaklaşık 200 kilo süte ihtiyaç var. Sütün maliyeti 350 lira. İşini dürüst yapan bu maliyetle satış yapıyor. Sahteci ise önce 200 kilo sütü ısıtıp kremasını alıyor. Bu da 7 kilo tereyağı demek. Bu yağa 7-8 kilo da margarin ekliyor. Ve 15 kiloluk ‘tereyağı’nı kilosu ortalama 20 liradan piyasaya sürüyor. Kalan 200 kilo yağsız sütü de, margarin ekleyip yağlı peynir olarak satıyor. Yani tam bir kazan kazan formülü. Yağdan ayrı, sütten ayrı para kazanıyor. Tabii olan da
Kanola, ayçiçeği, aspir gibi yağ bitkilerini eken çiftçi, hasadının yüzde 10’undan elde ettiği yağ ile traktörünü çalıştırabiliyor. Tabii bunun için önce traktöre yeni bir yağ deposu ve yakıt kiti eklenmesi gerekiyor.
Tarımda güzel şeyler de oluyor. Topluluk destekli tarım modeliyle kurulan çiftliklerde, adeta devrim niteliğinde gelişmeler yaşanıyor. Eğitimli, dünyayı takip eden ve toprağa bilimsel yaklaşan ‘şehirli çiftçiler’, gittikleri köylerde büyük bir dönüşüme öncü oluyor. Bunun en güzel örneği de Güneşköy Kooperatifi. ODTÜ Kimya Bölümü’nden Prof. Ali Gökmen ve eşi Prof. İnci Gökmen’in Kırıkkale’de kurduğu kooperatif, köyü hem organik tarımla hem de biyoyakıtla tanıştırmış. Biyoyakıt projesi, çiftçinin en önemli gider kalemi olan akaryakıt bağımlılığını tamamen ortadan kaldırabilecek bir çalışma. Türkiye’de ilk kez Kırıkkale’nin Yahşiyan ilçesi Hisarköy’de denenmiş.
Biyoyakıt teknolojisini keşfetmiş
Projeyi tasarlayan da Güneşköy Kooperatifi’nin üyeleri. Prof. Dr. Ali Gökmen, dahil oldukları Küresel Ekoköyler Ağı’nın (GEN) Almanya’daki toplantısında biyoyakıt teknolojisini keşfetmiş. Sonra da bunu Birleşmiş Milletler’in verdiği fon desteği ve Türk Traktör’ün sağladığı bir
Dutuyla ünlü yörelerimiz var ama tek bir patentimiz yok. Dut ağaçları yaşlı ve bakımsız. Köylerde nüfus kalmadığı için etkin bir dut tarımından bahsetmek zor. Ciddi bir tarımsal hazineyi değerlendiremiyoruz özetle.
Çok değil sadece bir asır önce bu coğrafyada tatlılar bal ve pekmezle tatlandırılıyordu. Rafine şekere geçip, her şeye şeker kattığımızdan beri diyabet ve obezite patladı. Şimdi diyabet ilacı kullanıp, şeker yemeyi sürdürüyoruz ama çoğumuz pekmezini yaptığımız dutun, doğal diyabet ilacı olduğundan habersiziz. Zaten şehirlere doluştuğumuzdan beri, kırdaki kadim bilgeliğe de sırtımızı döndük. Oysa, dutun yetişmediği İskandinav ülkelerinde bile, dutla ilgili preparatlar üretilip, kullanılıyor. Türkiye’de ise dut, neredeyse meyveden sayılmıyor. Dutuyla ünlü yörelerimiz var ama tek bir patentimiz yok. Dut ağaçları yaşlı ve bakımsız. Köylerde nüfus kalmadığı için etkin bir dut tarımından bahsetmek zor. Ciddi bir tarımsal hazineyi değerlendiremiyoruz özetle.
Oysaki yapılan çalışmalar, dutun adeta “süper gıda” olduğunu gösteriyor. 100 gram dutta; 10.71 gram protein, 398 miligram C vitamini, 286 miligram kalsiyum ve 18.37 miligram demir buluyor. Sadece meyvesi de değil faydalı