Bütün bölgenin bildiği sanıklar, bütün bölgenin bildiği cinayetler, bütün bölgenin bildiği olaylar, bütün bölgenin bildiği kanıtlar. Her iki taraf da elbette biliyordu gerçeği.Şaşırtıcı olan zaten yargılamanın kendisiydi.
28 Ocak 1983’te sabahın 5’inde polis Yukarıgöz ailesinin gecekondusunun camına hızlı hızlı vurdu.
Aysel Yukarıgöz, sabahın köründe cama değil de yüreğine yüreğine hızlıca vuran o elden çıkan ürkütücü sesin anlamını biliyordu.
Oğlu asılmıştı.
Birileri sabah bir bildiriyle teröristin asıldığını açıklayacaktı.
Aysel Yukarıgöz için o “terörist” yürümeyi öğrenen, annesinin kolunda sakinleşip ağlamayı kesen, diş çıkarırken ateşlenen, gülücüklerle dertlerinin tamamını unutturan, sonradan boyu boyunu aşmış, gözbebeğine bakmaya kıyamadığı bir bebekti.
Hızla yollandılar idamın yapıldığı Gölcük’e.
Ertesi gün verilmedi cenaze.
Neden iyilik kazanacak biliyor musunuz?
Canlı bomba olmayı kafasına koymuş, bunu Allah yolunda yaptığını söyleyen lakin kendi cennetini garantiye almak için öldürmeyi, orada yaşayacağı mutlu mesut günler için yok etmeyi bütün bir bencillikle kalmayan kalbinin ortasına yerleştirmiş Yunus Emre Alagöz, telefonda ağabeyini de IŞİD’e katılması ve anne-babasını getirmesi için ikna etmeye çalışıyordu:
“Vallahi burası kadar güzel bir yer yok. Daha iki tane kardeşi gömdük, tez hemen gömdük gittiler abilerine kavuştular. Yani daha bir saat olmadı. Kendim gömdüm yani kardeş, Allah yolunda paramparça olmuşlardı. He vallah inşallah dua et belki bu gün belki yarın inşallah hem Abdurrahman hem gideriz inşallah. Allah inşallah bizi sadıklardan eyledi. Eğer gidersek biz boş bir şeye gitmeyeceğiz. Rabbimizin mazisine gidecez. Bunun sonu yok Yusuf. Dünya hayatı bir yere kadar vallahi göreceksin. Dünya hayatı bir yerden sonra hiç zevk vermiyor...”
Bu telefon kaydı, emniyet tarafından mahkeme kararıyla yasal olarak dinleniyordu.
Sonra telefonlar değişti.
Dinleme kararları sonlandırıldı.
Türkiye’ye giriş-çıkışlar, memleketlerine dönüşler, evlerini aramalar, sosyal medya üzerinde haberleşmeler hepsi ama hepsi
Polisin gaz sıktığı noktadan uzaklaşırken, gözleri gazdan değil, gördüğü kandan kırmızıya dönmüş kadın ağlayarak haykırıyor:
“Hep mi öleceğiz, bizi her biçimde öldürüyorlar, hep mi?”
Ankara Garı önündeki büyük patlamadan birkaç dakika sonra kanla dolu alan.
Yerde sırtına bilyeler saplanmış bir adam, sarıldığı cenazeyi bırakmadan ağlıyor.
Bir başkası, tek tek, aklını yitirmiş gibi yerde yatan bedenlerin yüzlerini arıyor.
Bir başkası, “Çocuğumun üzerinde kimlik yoktu, bulamazlar onu” diye bağırıyor gelene geçene.
Kandan yürünemeyen, büyük cadde.
* * *
8 Eylül’de “aşırı hassas” vatandaşlar aniden sokağa çıktı. HDP ilçe binası yakıldı. Elbette yargı işin başındaydı, o akşam olan biteni yakın takibe almıştı. Yakın takip bitmemiş olacak ki 8 Eylül akşamına kadar hiçbir şey yapılmadı...
Cennet ülkenin, en cennet köşelerinden birinde, ekmeğini o cenneti görüp, hayran kalmak için gelenlerden kazanan ve elbette yardımsever, elbette şefkatli, elbette anlayışlı, elbette misafirperver insanlar var.
Bu mühim özellikleri de çok iyi bilindiğinden, o insanlar ne yaparlarsa yapsınlar ceza almazlar.
Olmaz ya mutlaka ceza almaları gereken bir durum yaşanmışsa, olmaz ya o durumdayken yakalanmışlarsa da anlamak lazım.
Ya tahrik edilmişlerdir, ya aşırı hassastırlar.
Ve birlik beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde öyle tutuklama gibi yaptırımları uygulamak, kardeşliği aşırı biçimde bozar.
***
Manavgat’ta, Türkiye’nin dört bir yanında olduğu gibi 8 Eylül’de “aşırı hassas” vatandaşlar aniden sokağa çıktı.
Mahsum Mızrak, 2006’da Diyarbakır’da kafasından gaz fişeğiyle vurularak yaşamını yitirdi... Mızrak’ın ölümüne neden olan fişeğin kaybından kimin sorumlu olduğu bulunamadan, aynı olaylar sırasında kafasından gaz fişeğiyle vurulan Enes Ata’nın failleriyle ilgili dava, olaydan yıllar sonra açıldı. Ata’yı vurduğu iddia edilen polisler de aynıydı...
En kestirme yoldan anlatalım:
Mahsum Mızrak, 2006’da Diyarbakır’da kafasından gaz fişeği ile vurularak yaşamını yitirdi.
Kafatasından neredeyse bütün olarak çıkartılan gaz fişeğinin kim tarafından ateşlendiğini bulmak yılları aldı.
Uzun uğraşlar sonunda 3 polis hakkında dava açıldı.
Polislerden hangisinin gaz fişeğini ateşlediği 3 polisin tüfekleriyle eşleştirilerek anlaşılacaktı ki adli emanette bulunan, Mızrak’ın kafasından çıkartılan gaz fişeği çalındı.
Yerinde alay eder gibi adli emanete konulmuş, gaz fişeği ile alakasız bir mermi vardı.
... Ülkenin bir yarısı için “Savaş bitsin”, bir yarısı için “Dümdüz edilsin” anlamına gelen ancak her dilde, her kesimde ismi ölümle özdeşleşmiş Cudi’den daha iyi bir taziye evi ismi ve üstelik Cudi Mahallesi’nde elbette olamazdı...
Cizre’de, 9 günlük sokağa çıkma yasağı süresince ölenlerin aileleri, işte ilk kez orada gelenlere hikâyelerini anlattı...
Bahçeli ve güzel evlerin yerini kaba saba, her kata dörder dairenin sıkıştırıldığı, hiçbir halkın mimarisine benzemeyen apartmanlar aldığından bu yana, Anadolu’nun dört tarafında ölenler için toplu bir Fatiha okuyabilmek adına taziye evleri açılmaya başlandı.
Kocaman, halılar ve minderlerle donatılmış, bol sandalyeli ve küçük sehpalarla dolu bir salon, yanında çay ocağı.
Cizre’de, sokağa çıkma yasağı sona erip de hayatını kaybedenler toplu olarak defnedildiğinde de taziyeler belediyenin tahsis ettiği taziye evinde kabul edilmeye başlandı.
Ülkenin bir yarısının nefret ve öfke duyduğu, bir yarısının diğer yarısına böyle düşündüğü için nefret ve öfke duyduğu ortamda, ölümün soğukluğu ve gerçeğiyle tanışmış, hayatları bundan sonra ölümü tanıdıkları günden önceki gibi asla olmayacak aileler, sadece dinleyebilenlerle acıların
“Bak bebekler ölüyor”, “Bak orada bir anne çocuğunun ölüsü kokmasın diye suyun bulunmadığı yerde buz bulup çocuğunun bedenine sürüyor” dediğinde birileri sesler yükseliyor... Kendisini “yasa dışı” olarak tanımlamış örgütlere değil devlete söz söyleyen ‘terörist’ ilan ediliyor...
4 Eylül’de başlayan sokağa çıkma yasağının dün sona erdiği Cizre’de geriye yüreği yanan analar, gözü yaşlı çocuklar ve harabeye dönen sokaklar kaldı.