28 Ocak 1983’te sabahın 5’inde polis Yukarıgöz ailesinin gecekondusunun camına hızlı hızlı vurdu.
Aysel Yukarıgöz, sabahın köründe cama değil de yüreğine yüreğine hızlıca vuran o elden çıkan ürkütücü sesin anlamını biliyordu.
Oğlu asılmıştı.
Birileri sabah bir bildiriyle teröristin asıldığını açıklayacaktı.
Aysel Yukarıgöz için o “terörist” yürümeyi öğrenen, annesinin kolunda sakinleşip ağlamayı kesen, diş çıkarırken ateşlenen, gülücüklerle dertlerinin tamamını unutturan, sonradan boyu boyunu aşmış, gözbebeğine bakmaya kıyamadığı bir bebekti.
Hızla yollandılar idamın yapıldığı Gölcük’e.
Ertesi gün verilmedi cenaze.
Çağırdılar Ramazan ve diğer asılan 3 kişinin ailelerini ertesi gece yarısı gelince.
Tabutları mühürlüydü, öylece gömeceklerdi ki Aysel Yukarıgöz, oğlunun tabutunun mührünü söktü.
Kefeni yoktu, battaniyeye sarmışlardı, çorabı ayağında.
Sanki hiç darağacına çıkmamış gibi gülüyordu Ramazan annesine.
Devlet yerli yerindeydi, annesini tuttu birkaç asker, kalanları kefensiz gömdü idam ettiklerini.
Artık bağıra çağıra, ağzına geleni söylüyordu Aysel Yukarıgöz, toprak kapandı, “merasim” bitti.
Polis “gelmesi gerektiğini” söyledi.
Haykırışı tutanak altına alınmıştı, hakaret vardı, yargılanmalıydı.
Savcılığa çıkarıldı gözlerinde oğlunun yaşları.
Dört polisten sadece biri, “Bilinçsizdi, oğlunu kaybetmişti” diye ifade imzaladı.
Tutuklandı, Metris Cezaevi’ne atıldı.
İlk akşam gelen rütbeli bağırdı: “Örgüt mü kuruyorsunuz mezarlıkta?”
Örgüt mü, oğlu asılmıştı.
Cezaevinde 12 gün kaldı, kalbi ise ömür boyu gözyaşına mahkum bırakılmıştı.
* * *
“Cezasızlık” kültürü, sadece devletin taraf olduğu suçlarda sanıklara ceza verilmemesiyle sınırlı değil.
Ailelerin “kötü” çocukları için cezalandırıldığı, devasa bir kültürden söz ediyoruz.
Hesap soramadıkları, bazen ağlayamadıkları, bazen dövüldükleri, bazen yok sayıldıkları.
Ve bazen çocuklarının mezarlarına, topraktan çıkarmasınlar diye betonla kapladıkları.
Bazen, ölümünden sonra yollarda sürüklenen ölü çocuklarının yaralarını kapatıp, gece yarısı cenazeyi alelacele toprağa yatırdıkları.
* * *
Aziz Güler’in cenazesi 21 Eylül’den bu yana sınırın diğer tarafında, ailesinin ziyaret edebileceği toprağa dönmeyi bekliyor.
Sınırın dört yanından, ne şekilde ve hangi nedenle ölürse ölsün, cenazeler rahatça Türkiye’ye getirilirken, Suruç’tan cenaze girişine izin verilmiyor.
Rojava bölgesine IŞİD’e karşı savaşmak için giden, IŞİD tarafından döşenen mayına basarak yaşamını yitiren Güler’in cenazesini getirmek için çalınmadık kapı kalmadı.
O kapılardan nasıl dönüldüğünü ağabeyi Ersin Güler anlatsın:
“Kardeşim Serekaniye bölgesinde yaşamını kaybetti. Oradaki morga koymuşlar. Jeneratörle aydınlanan, günde 10 saat elektriğin kesik olduğu bir hastane. Suruç Kaymakamlığı ‘Bakanlar Kurulu kararı var, cenaze alamıyoruz’ dedi. Avukatımız araştırdı, o karar bulunamadı. Yazılı başvuru yaptı. Yanıt yok. İdare mahkemesine başvurduk. CHP’li, HDP’li vekilleri aracı yaptık. Anayasa Mahkemesi’ne başvurduk, reddetti. Anayasa Mahkemesi’ne göre, maddi, manevi bütünlüğümüze zarar gelmiyormuş. BM İşkenceyi Önleme Komitesi, AİHM başvuruları var. Çıkacak karar uygulanır mı, bilmiyoruz. Babam, cenazenin başında bekliyor. O hastanede kardeşimin bedeninde tahribat oluştuğundan Kamışlı’daki bir hastaneye götürdük cenazeyi. Babam da Aziz’i iyi tanı yan köylülerin yanında gece kalıyor. Sonra hastaneye gidip kardeşime bakıyor. Bu süreç bitene kadar kalacağını söylüyor. Son olarak yeniden Suruç Kaymakamı’na sorduk. ‘Benim yapacağım bir şey yok. Ankara’nın sözlü emri var. Alırsam beni burada tutmazlar’ dedi. Devlette sözlü emir mi olur? Babamla ilk olarak gittiğimizde, geçişine izin verilmeyen 16 cenazeyi aileleri Kobani’de defnetmişti. Sonra 3 cenaze daha orada defnedildi. Bir tek bizim cenazemiz var bekleyen. Aziz, İstanbul’da doğup büyüdü. Yıldız Teknik Uluslararası İlişkiler son sınıftaydı. Ailesi, arkadaşları burada. Buraya gömeceğiz kardeşimi.”
Ailenin avukatı Sinan Varlık ise bir türlü varlığı kanıtlanamayan Bakanlar Kurulu kararına karşı hukuki mücadeleyi sürdürüyor.
* * *
Bir polis aracının ardından bir cenaze sürüklendiğinde, devletin en tepesinden başlamak üzere bütün sorumlular, “Dinimizde de yasalarımızda da yeri yok” diyor.
Evet, yeri yok.
Ve cenazelerin de bir hesabı yok.
Kapanmış bir defter, silinmeyecek izler ve sadece yakınlarına acısı kalacak gülüşler.
Sonu belirsiz bir hesaplaşmanın tarafı değil ölüler.