Metaverse fiziksel hareketi evlerinize, ofisinize aslında neredeyseniz oraya taşımaya hazır. Giyilebilir teknolojilerin geleceği şimdiden hayatlarımıza girdi. Nesnelerin interneti ve web3.0’ın da gelişimiyle fiziksel olarak yapmak istediklerimiz artık birkaç haptik aparat almaktan geçecek.
VR ile başlayan süreçte birçok konu gündeme gelmişti. Hatta Elon Musk en son yaptığı açıklamalardan birinde “Burnumuzun üzerinde bir televizyon taşımak manasız…” gibilerinden yorum da yapmıştı. Dijital yalnızlaşma, izole evlere kapalı hayatlar, sosyalleşmenin bitmesi, bedensel sağlığın riske atılması vb… Bu fikirler toplum içinde tehdit gibi görülse de birçok ar-ge firması ve girişimi de bunları dikkate alarak giyilebilir teknolojileri uygulanabilir, kullanımında insana fayda sağlayacağı kadar kolay ve elverişli yöntemlerini geliştiriyorlar.
Girişim demişken… Bu ekosistem bilişim teknolojilerinin son 5 yılda aldığı ivmeyle ülkemizde de verimli bir fon sağlayıcısı olma yolunda. Türkiye’de de dünyadaki örnekleri gibi birçok holding, girişim
İçinde bulunduğumuz çağın bu dönemin orta çağı olduğunu uzun yıllardır iddia ediyorum. Bu dönemin de bir aydınlanma dönemine girmesinin yolununsa yine “bilim ve sanat”ın bütünleşik hareketinden yola çıkacağını savunarak bir Dijital Rönesans vurgusu yapıyorum. Teknolojilerin insan ve yaşam ahlakından yoksun salt teknoloji gelişimi yerine, içine toplum ve canlıyı anlama ve yaşatma yetisinin kazandırılmasının yolu bilimsel çalışmalara sanatın entegresiyle mümkün olacak.
Metaverse… Dijitalde sınırsız özgürlükler vaat eden teknolojik devrim olması bekleniyor. Peki metaverse bir tehdit mi derseniz hazırlıksız olduğumuz her şey, bu deprem, sel, yangın gibi afetler, şirket yönetimindeki olası krizler olabilir, hazırlıksız olduğumuz hemen her şey evet bir tehdittir. İpleri, kontrolü, işleyişi elimizde olmayan, bilgi sahibi olmadığımız her şey tehdittir. Ne yapmalıyız? Öncelikle elbette oyun kuruculuğa oynamalıyız. Burada da devreye içerikler, tasarımcılar, içerik üreticileri, girişimciler geliyor. İçeriğin önemi, gücü bu
Metabenlikler… Böyle bir kavramı ilk defa ortaya atıyorum. Asırlardır insanoğlu içine doğduğu ve içinde bulunduğu şartların mükemmele yakın olduğu yerleri aramakla ve buraları yaratmakla zamanını geçirdi… Ve sonunda da gelişen teknolojiyle Metaverse bize bu şartları sunmayı vaat ederken, avatarlarımız da bize bu mükemmele yakın metabenliği sağlayacağını iddia ediyor. Metarverse’ü sürekli konuşuyoruz fakat orada bürüneceğimiz karakterlerimiz olan avatarlarımıza pek değinilmiyor, oysa her ikisi de haklarında konuşulan basit tanımlardan çok fazlası, bireysel yaratımın ve tatminin başlangıcı. Fiziksel bedenden metafiziksel ve belki de süper fiziksel bedene geçişimizin başlangıcı…
Avatar… Son yıllarda dilimize filmler, video oyunları ve yakın zamanda Meta kavramıyla da tamamen katılan bu karakterler bizlerin dijital sembolleri olarak tanımlansa da aslında bilinirliği çok eskiye dayanıyor. M.Ö 2000’lerde “Beklenen Kurtarıcı” düşüncesiyle sanskritçedeki ava; aşağı ve tar: iniş kelimelerinden türeyen bu
Dijital Rönesans… 5 yıl öncesinde bu iddiamla ilk defa karşınıza çıktım. Bu çağın orta çağını yaşıyoruz demem artık bir iddiadan çok kanıya dönüşüyor. Pandemi, ekonomik kriz, küresel iklim krizi, Ukrayna’nın gözümüzün önünde işgali, Afganistan’da yaşananlar, Suriyeli mülteciler, ülke sınırlarında yaşanan trajediler… Yeni dünya düzeni sanayi devriminde orta çağın feodal düzenindeki derebeyliklerinin yerini birleşmiş ülke beyliklerine bırakmıştı çünkü.
Aydınlanma… İnsanoğlu asırlardır yaratımı ve evreni anlamlandırmak ve anlatmak için bir bilime bir de sanata başvurdu. Birinden biri veya ikisi birden eksik olduğunda hep kaosları yaşarken, ikisini birden hayata geçirdiğindeyse aydınlanmayı yaşadı, medeniyetler kurdu.
Rönesans ile o dönemin deniz aşırı seferlere, kıtaları keşfe çıkan kaşiflerinin yeri de günümüzde gezegenler aşırı seferlere çıkan kaşiflere geçti. Aslında orta çağ rönesansı bilimin ve sanatın getirdiği özgür ve cesur
Sazlıklardan gelen müzik o, doğanın müziği… İster flüt ister kaval ya da düdük diyelim, özünde üfleyerek sanat yaratmanın ilk hali var. Geçmişi yaklaşık M.Ö. 50.000 yıllarına dayanan flüt insanlığın en eski çalgılardan biri. Örneğin Slovenya’da 43.000 yıl, Almanya Ulm yakınlarındaki bir mağaradansa kuğu kemiklerinden yapılmış yaklaşık 35.000 yıl öncesine ait bir grup flüt bulunduğu belirtilir. Ayrıca Çin'de de yaklaşık 9000 yıllık halen çalınabilir halde bir kemik flütün keşfedildiği gibi, Güney Amerika kıtası da yaklaşık 7500 yıl öncesine kadar giden eski bir flüt kültürüne sahip.
Bu keşiflerden yola çıkarak bilim insanları, müzik ve sanatın geliştiriciliğindeki, Neandertaller ile erken modern insan arasındaki davranışsal ve bilişsel gelişimin ve farkın açıklanmasına örnek bulurlar. Çünkü sanat isteğiyle ilk insanlar doğayı taklit edebilmek için enstrümanlarını, icatlarını geliştirirler. İcat diyorum çünkü bir kemik, sazlık veya bambuya delik delerek
“Moda, kapitalizmin en sevdiği çocuğudur…” der Sombart... Öyle ki her yıl 100 milyardan fazla kıyafet üretilirken, satılan her 10 kıyafetten 7’si daha ilk yılında atılıyor. Modanın tarihte ilk çıkışı seçkin tabakanın farklılaşma çabasıyken, sanayi devrimiyle seri üretim, taklit ve teknolojik gelişmelerle toplumsal eşitlenmeyi temsil eder hale gelmesiyle peki ne oldu?
Fast Fashion… Günümüzde ucuz, kalitesi düşük, sezonluk kullanılıp atılabilir kıyafetler olarak tanımlanıyor. Her sezon trend ürünlerle dolap yenilemeye, modası geçenleri de atmaya iten bir dönem. Artık trendler eskiden yılda iki koleksiyonla bahar-yaz/ sonbahar-kış iken şimdi aylık değişiyor. Peki bunda ne zarar var ki derseniz…
Küresel İklim Krizi… Fast Fashion dediğimiz moda endüstrisi dünyanın en büyük üçüncü sektörü olarak petrolden sonra dünyamızı kirleten en büyük ikinci endüstriymiş… Mesela kıyafetlerimiz genellikle iki temel hammadde ile üretilir: Pamuk ve polyester. Pamuk ciddi sulama
“Zor zamanlar güçlü insanları;
Güçlü insanlar iyi zamanları;
İyi zamanlar zayıf insanları;
Zayıf insanlar da zor zamanları yaratır!”
Sevdiğim bir sözle “Ütopya ve Distopya” konumuza başlamak istedim. Ütopya denince iyilik, güzellik evet ve distopya denince karamsarlık gibi düşünülse de aslında distopya çok fazlası…
Yaşam bir dengeler bütünü olduğu kadar, o dengeyi bulana değin de çalkantılar silsilesidir. Sürekli bir devinim vardır ve o devinimle ilk karşılaşıldığında önce kaos, ardından çözüm ve uyumla kendi düzenini yaratır tekrardan. Ülkeler, kurumlar, insanlar hatta doğadaki canlılar hayatta kalabilmek için hazır bulunuşluklarını alternatif yollarla, deneme yanılmalarla hep geliştirirler. Kurumlar, ülkeler bunlara kriz yönetimi der mesela… Olası başa gelebilecek en riskli, tehlikeli senaryolara göre hazırlıklarını yaparlar.
Distopya işte o gelecekte başımıza gelebilecek korku duyduğumuz konular için hazır bulunuşluluğumuza ön görü kazandırır. Alternatif yolları
Mouseion… Antik Yunanlılardan bu yana: “Bilimler Tapınağı”, “Musalar Tapınağı” veya “İlham perilerinin yaşadığı yer…” diye tanımlanır ve günümüze “müze” olarak gelir… İlki M.Ö 300’de İskenderiye sarayının bahçesinde, çevresinde kütüphane, amfi tiyatro, gözlemevi, yemek ve çalışma odaları, botanik ve hayvanat bahçeleri olacak şekilde kurulur. Bir yer düşünün ki amacı felsefe üretmek, düşünmek, icat çıkarmak amacıyla kurulmuş olsun… İşte onlar tarihin ilk müzeleri.
Yüzyıllarca, üst tabaka denilen çok az bir kesimin erişiminde olduğu müzeler Oxford’da, 1600’lü yıllarda halka açılan ilk müzeye ev sahipliği yapar. Amerika’da ilk müze 1750 yılında açılır ve ardından Paris, Louvre Müzesi 1793 yılında halkla buluşur. Berlin’deki ilk müze 1830’da ziyarete açılır. Ülkemizdeyse Topkapı Sarayının avlusundaki Aya İrini’de 1845 yılında müzeciliğe adım atarız. Bu yer Mecma-ı Asar-ı Atika (Eski