Jimnastiğin bir spor olarak başlamasının ilk örneği Yunan uygarlığında olur. O dönemin iş hayatı güçlü bir bedene ihtiyaç duyulduğunu benimsemiş, eğitimli bir vücuda sahip insanların iyi hissedeceği, hareketsizliğin vücudu tembelleştirip çirkinleştireceğine inanmışlar. Vücudun çirkin ve çarpık olmaması kadar estetik kaygılarda taşıdıkları için bir takım egzersiz çalışmaları üretmişler fakat bu eğitimlere sadece dönemin soylu sınıfının çocukları erişebilirmiş. Bu uygulama sonra Roma İmparatorluğunda da soylu sınıfın çocuklarının eğitildiği okullar olmuş. Orta çağda bu spor dalı neredeyse unutulmuşken ülkeler arası savaşlar çoğalınca profesyonel ordularda duyulan güçlü insan ihtiyacından 18. yüzyılda ilgi yeniden doğup günümüze ulaşmış.
Ülkemizde ise jimnastik ilk olarak 1868’de Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde başlar. İlk jimnastikçimiz ve antrenörümüz Faik Bey 42 yıl boyunca birçok gencimizi yetiştirir ve elde ettiği başarılarla “Faik Bey Ekolü” denilen bir
Su, hava, toprak ve ateş… Yaşamın kaynağı, evreni oluşturan temel elementler… Bütünlükten bir yaşam yaratımı… Nasıl evreni oluşturan o 4 elementten biri eksik olunca yaşam tehlikeye giriyorsa, insanı geliştirmemiz için de bizi biz yapan temel eğitimdeki bilim, kültür ve sanat da ayrıştırılmamalı. Çünkü, çağımızın katma değerli marka işleri yaratıcı zihinlerle mümkün.
Bir kadın düşünün, bu 4 elementten su ve havayı yıllarca çalışıyor, suyu fotoğraf sanatıyla birleştiriyor, mühendisliğiyle makinenin algoritmasını yazıyor ve dünya tarihinde bir ilki gerçekleştiriyor… İlham öyle durduk yere gelmiyor. Şöyle ki…: ODTÜ Havacılık ve Uzay Mühendisliği bölümünü birincilikle bitirip, MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) havacılık ve uzay alanında yüksek lisans eğitimini alıyor. Devamında uzaydan suya dalış (geçiş) yapıyor ve Woods Hole Oceanographic Institution ve MIT ortak programından Makine Mühendisliği ve Oşinografi (Okyanus Bilimleri) doktorasını tamamlıyor.
Ve
Sanayi devriminin yaklaşık yüz yıl süren ağırlığının yerini Endüstri 4.0 devrinde yepyeni, hızlı ve kreatif iş sahaları alıyor. Bilimi sanat ve kültürden ayırmadan, bütünleşik çalışmaların değer kazandığı, markalaştığı ve bu alanların geleceğin ekonomisini belirlediği bir çağdayız… Kreatif, diğer bir anlamıyla “Yaratıcı Çağ”ın içindeyiz.
Ülkemizde yaratıcı endüstriler daha yeni yeni konuşulmaya başlanmış olsa da bu alanın temelleri ilk olarak Avustralya hükümetinin 1994’te yayınladığı “Yaratıcı Ulus” isimli çalışmasıyla oldu. Dönemin Kültür, Medya ve Spor Bakanlığı, “Yaratıcı Endüstriler- Harita Belgesi 1998” yayınlayarak toplumun gelişmesinde 13 etkinlik alanı sıraladı: yazılım, televizyon ve radyo, sinema, reklamcılık, mimarlık, zanaat, tasarım, moda tasarımı, etkileşimli hobi yazılımları, müzik, sahne sanatları, yayıncılık. Eleştirmenler de bu bildiriye ekleme yaparak bireysel yaratıcılık ve yeteneğin biyoloji vb bilimlerden mühendisliğe pek çok alanın özünde de yer aldığını vurguladılar.
Problem… Elinin hamuruyla mı? Yeni mezun, en az 5 yıllık tecrübe mi? 3 ay deneme süreci mi? Askerliği yapmış olmak mı? Hamilelik mi?... İşe gitmek en az 2 saat trafik demek mi? Ahh bu gençler de iş beğenmiyorlar mı? Yaaa böyle… İş arama ve iş bulmada sonra bir de bulunan işlerde yükselme konusunda kafalar karışık aslında. Özellikle eğitimli genç nüfusun çok olduğu ülkelerde…
Seçenek… Mevcut şartlar isteklerimizi tam karşılamayınca iş bulmayla ilgili yeni bir gündem daha oluştu. Hayallerinin peşinden gitme yolu “Kendi işini, sevdiğin ve hayal ettiğin işi kendin kur!” ile nam-ı değer “girişimcilik” hayatlarımızın tam ortasına yerleşti. Başaranlar, başarısız olanlar tartışıldı, dinlendi, örmek alındı…
Gelişme… Dijital ve teknolojik devrimse girişimcilik ekosistemine sağladığı kolaylıklarla bu alana büyük bir ivme kazandırdı. “Farklı bir fikrim var!”, “Aslında ihtiyaç bu!” diyerek proje kafasında olanlar atılımda bulunmaya başladılar. Bilgi kaynağı sınırsız olan bu çağı akılcı kullanan nice kadın, erkek
Sanatın türlü hallerine ve çeşitlerine dijital eserler de katılınca daha bir renklendi, daha bir canlandı. Hatta dijitalin sanata erişimiyle en güzel ne mi oldu? Bence sanatın artık bir lüksten çok bir yaşam biçimi, sanatçının da aramızdan hatta yan komşumuzdan çıkabileceğini göstermesi oldu.
Zamanı okumak işte… Dijital çağ bizim neslimize cömert davranıyor. Sunduğu fırsatlar 20-40 yaş grubu için hayalleri gerçek yapma yeri. Rekabet henüz az, içerik de halen az. Biraz eskiye gidelim… Sanat ve kültür ile ilgili olmak yıllarca “sözelci” olmaktan geçer diye düşündürtüldü insanlarımıza… Üstüne üstlük toplum arasında da hayal kurmanın boş işler ve bir şeyler üretip yaratmanın da başa icat çıkarmak olarak bir dönem kanıksatıldığı gibi… Haliyle mezun olunduktan sonra hayal edemeyen sayısalcılarımız, hayal eden ama kurduğu hayali bir ürüne dönüştüremeyen sözelcilerimiz oldu.
Taa ki dijitalleşmeye değin… İlk defa sınırlar alanlar
Marka denilince benim aklıma fark yaratmak, farklılık ve farkındalık gelir… Ya sizin? İtalyanca kökeni işaretlemek olan bu kelime kocaman bir alışveriş, tüketim toplumuna dönüşen dünyamıza işaret ediyor aslında. Mesela önceleri markaların başarısında ihtiyaca yönelik ürün sunmasının gerekliliği vurgulanırdı. Şimdi ise markalar bize henüz ihtiyaç duymadığımız, hatta hiç kullanmadığımız ürünleri de sunuyor ve kapışa kapışa yine alıyoruz… Neden mi? Çünkü o marka / markalar yaptıysa kesin iyidir, gereklidir, güvenilirdir algısı zihinlerimize işlemiştir bir kere. İşte buna marka değeri diyoruz…
Markalaşma ticaretin ilk tarih sahnesine çıkmasıyla hemen hemen eş zamanlıdır. M.Ö. 2000’lerde Antik Yunanlılar ürettikleri zeytinyağlarını özel seramik küplerde sunarlar. Böylelikle pazarda ürünlerinin hem fark edilmesini ve hem de akılda kalıcılığını sağlarlar. 19. yüzyıldaysa hayvancılıkla uğraşan Amerikalı çiftlik sahipleri mera ve pazar yerlerinde yetiştirdikleri hayvanlarını kendilerine ait olduğunu göstermek
Pandemiyle hatırladığımız toplumsal bir değerimiz var… Bu toprakların, Anadolu insanımızın birleşince güzelleştiği o binlerce asırlık değeri: Yardımlaşmak… Hastalıkta, yoklukta, faturalarda ülkemiz Sosyal Dayanışma 5.0’ı yaşadı ve yaşatıyor diyorum kendi tabirimle. Son zamanlarda birden fazla çeşidi, söylemi ve uygulaması var: Sosyal sorumluluk, sosyal fayda, sosyal girişim, yardımlaşma, dayanışma… vb. Benim en sevdiğim kelimeyse “Farkındalık”...
Biraz geçmişine gidelim istedim aslında bugün. Mesela Göktürk İmparatorluğu döneminde toplumsal yardımlaşmaya verilen önem Orhun Yazıtlarında vurgulanır. Yine Kutadgu Bilig’e göre halkın yoksulluktan kurtarılması, aç ve çıplak bırakılmaması dönemin Türk Hakanlarının görevlerindendir. Özellikle karşılaştırmalı tarih bilimiyle bu konunun kültürler arası işlenmesini çok önemsiyorum.
Selçuklulardan günümüze gelen Kervansaraylar… Yolcular burada her türlü ihtiyaçlarını temin ederler, hayvanlarıyla 3 gün ücretsiz kalır ve
Tüm dünyada Y ve Z kuşağı dijital çağı, bu çağda yaşananları aslında en yerinde tepkiyle karşılayanlar. Bir dolu şikâyet edilse de bu nesiller hakkında, sosyal medyada gündemde gelişen olaylara yaklaşımları hep mizahla… Sanırım onlardan çekinilmesinin sebebi de bu: Korkulmamak… Hatta ciddiye alınmamak…
Bu korkusuz mizah yıllardır karikatüristlerin çizimleriyle aramızda aslında. Karikatürler ifade özgürlüğünün temsili olarak bilinir, çünkü korkusuzdur, yerer, abartır, daha fazlasını veya olmayanı düşündürtmeyi amaçlar. Oysa en temelinde bir resim sanatıdır… Vurucu yanıysa çok sade ve kolay anlaşılır olması yanında tüm bunları güldürerek yapmasıdır. Tam bir dalga geçme hali. Yaaa peki kaç kişi kendisiyle dalga geçilmesini, hafife alınmasını ister ki… Yürek ister!
Tarihimizdeki ilk karikatür 1867, ilk Türk mizah dergisi 1870’de Teodor Kasap’ın yayımladığı Diyojen olur… Cemil Cem, Ali Fuat Bey, Nişan Berberyan, Turhan Selçuk vb. gibi daha nice