İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın, Türkiye’yi “cezalandırmak” için yaptığı öneriler basına yansıdı.
Lieberman, PKK’ya askeri eğitim vererek, silah sağlayarak Türkiye’yi cezalandırmayı öneriyor. Bu amaçla PKK’nın Avrupa’daki liderleriyle görüşme planlıyor. ABD’de de Ermeni lobisini desteklemeyi, Erivan’ın Ağrı Dağı iddiasını gündemde tutmayı planlıyor.
Devlet adamı ve terör
Lieberman’ın, Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulmasında önemli payı olduğu biliniyor. Dışişleri Bakanı olarak bir krize giren ilişkileri düzeltmeye yönelik diplomatik yollar araması gerekirken, derinleştirecek politikalar öneriyor. Lieberman’ın “ürettiği” politikaların başında terör örgütünü desteklemek geliyor.
Herhalde dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde hiçbir devlet adamının hele hele bir Dışişleri Bakanı’nın böyle bir öneride bulunabileceği düşünülemez.
Türkiye çok ağır bir etnik sorun yaşıyor. PKK, etnik milliyetçiliğe dayalı terör örgütü olarak, Türk-Kürt çatışmasını körüklüyor. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk karşıtlığından Kürt milliyetçiliği üretiyor.
Bin yıldır Türküyle, Kürdüyle, Alevisiyle, Sünnisiyle bu topraklarda barış içinde yaşamış Anadolu halkını etnik veya mezhep siyasetiyle cephelere ayırmak yapılabilecek en kötü, en tehlikeli iştir. Yüzlerce yıl yan yana, barış içinde yaşamış bu insanları karşı karşıya getirmek, bir çatışma ortamı yaratmak, onlarca yıl içeriden ve dışarıdan körüklenmesine rağmen bu çatışmayı reddeden, sosyal yaşama sokmayan Anadolu halkının bu erdemini yok etmeye çalışmaktır.
Siyasi hesap
Maalesef siyasetçilerimiz hem mezhep hem etnik farklılıklar üzerinden siyaset yapmayı sürdürüyorlar. Geçmişte bunun çok acı sonuçları yaşanmış olmasından ders almak yerine, bu farklılıkları siyasi çıkar uğruna tahrik etmek kimseye kalıcı bir fayda sağlamaz.
CHP’ye haksızlık
Rahmetli Erdal İnönü, önemli bir siyasi aktör olmasının yanı sıra kendi alanında dünyanın en önde gelen bilim adamlarından biri olma özelliği de taşıyordu.
İnönü, Türkiye’nin bilim alanındaki 300 yıllık geri kalmışlığını ve bu farkın bir türlü kapatılamayışını, bilgi üretilememesine bağlıyordu. İnönü, Türkiye’nin çağı yakalamasının ve gelişmiş ülkelere yetişerek, önlerine geçmesinin tek yolunun bilgi üretmek olduğunu vurguluyor, bilgiyi üretecek olan bilim adamlarına sahip çıkılmasını istiyordu.
İnönü, bilgi üretilmesi konusunda, sahip çıkılmasından daha da önemli olan unsurun, bilim adamlarının mutlaka bağımsızlığının sağlanması olduğunu söylüyordu. İnönü’ye göre, bilgi üretebilmesi için bilim adamının mutlaka bağımsız olması gerekiyordu.
Hükümet, 27 Ağustos’ta Resmi Gazete’de yayımlanan bir kanun hükmünde kararnamenin (KHK) kapsamına Türkiye Bilimler Akademisi’ni (TÜBA) de alarak, yurtdışındaki önemli bilim adamlarının bile tepkisini çeken bir düzenlemeye imza attı.
TÜBA ile ilgili değişiklikleri değerlendirmeden önce, bu değişikliklerin yapılma biçimini eleştirmek gerekiyor.
Olağan şartlarda, olağanüstü dönemlerde düzenleme yapmak üzere kullanılan KHK’lara,
Adli Yıl Açılışı nedeniyle düzenlenen törende, Yargıtay Başkanı Nazım Kaynak ile Türkiye Barolar Birliği Başkanı Vedat Ahsen Coşar’ın uzun tutukluluk konusundaki farklı görüşleri, medyada da farklı bakış açılarıyla değerlendirildi.
Kaynak, önceki Yargıtay Başkanları’ndan farklı olarak, önceki günkü törende, uzun tutukluluğun uzun yargılamadan kaynaklandığını ve başlı başına bir sorun olmadığını dile getirdi. Kaynak, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yapılan ve 31 Aralık 2010’da yapılan değişikliğin bu sorunları gidermek için yeterli olduğunu, asıl uzun yargılama sürelerinin kısaltılması için çaba harcanması gerektiğini belirtti. Kaynak’ın, bu konuda tartışma yaratacak öneriler sunduğu da gazetelere yansıdı. Barolar Birliği Başkanı Coşar ise Ceza Muhakemesi Kanunu’nda gösterilen yasal sınırların KCK ve Ergenekon gibi davalarda şimdiden aşıldığını belirterek, uzun tutukluluk sürelerini bir “ayıp” olarak niteledi ve hükümetten bu ayıbın sonlandırılmasını istedi.
Uluslararası sözleşmeler
Sadece tutuklama tedbirinin gereksiz biçimde kullanımının değil, gerektiği hallerde bu tedbire başvurmamanın da sakıncalı olduğunu belirterek, alışılmadık bir görüntü çizen Kaynak’ın görüşleriyle
Adli yıl dün törenle açıldı. Her yıl olduğu gibi Yargıtay Başkanı açış konuşmasında yargının çeşitli sorunlarını gündeme getirdi.
Yargıtay Başkanı Nazım Kaynak konuşmasında şöyle bir saptama yaptı:
“Yargının sorunlarının en büyüğü ve en acili, davaların makul süre içinde bitirilmesidir. Makul sürede yargılanma hakkı adil yargılama hakkının en önemli gereklerinden birisidir. Makul sürede yargılanma hakkı her dava bakımından faklılık gösterse de, temel olarak ülkelerin yargı sistemlerine verdikleri önemin de bir göstergesi sayılır.”
AİHS dayanağı
Kaynak, adil yargılanma hakkı ve bu hakkın bir öğesi olarak makul sürede yargılanma hakkını Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6/1. maddesiyle koruma altında olduğunu vurguladı:
“Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız mahkeme tarafından, davasının makul süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”
BDP, “direniş kongresi” adını verdiği 2. Olağan Kongresi’ni yaptı. Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak, partinin eşbaşkanlığına yeniden seçildiler.
BDP kongresinden çıkan ana mesajın “yola aynen devam” olduğunu söyleyebiliriz. PKK cephesi, Öcalan’ı, Kandil’i, DTK’sı ve BDP’siyle “ayrılık” yolunda ve terör eşliğinde yürümeyi sürdüreceğini bir kez daha ilan etti.
Kongrenin havası, yapılan konuşmalar, atılan sloganlar ve ortaya konulan koşullar BDP’nin, PKK çizgisi doğrultusunda dayatma politikası izlemeye devam edeceğini gösterdi.
Anayasa’ya özerklik hükmü
Demirtaş ve diğer konuşmacılar yeni anayasaya “özerklik” hükmünün konulmasını vazgeçilmez bir koşul olarak ileri sürdüler. Özerklik için bütün güçleriyle çalışacaklarını ve direneceklerini ifade ettiler.
Birkaç yıl önce Öcalan’ın ağzından, “farklı kültürler anayasada kabul edilsin, bu bile dağdan inmeye yeter” biçiminde mesajlar verilirken, şimdi, özerkliğin anayasal bir kurum haline getirilmesi birinci koşul olarak gündeme sürülmüş oldu.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kısa bir süre önce, “Özerklik ne demek, bizim kitabımızda yok” diyerek, kesin tutum aldığı biliniyor. “Özerklik için direnme” kararı aldığı bu
İsrail Hükümeti’nin yaptığı hatalar zinciri, Türkiye’yi kaybetmesine yol açtı. Türkiye - İsrail dostluğunun sona ermesi Ankara’dan çok Tel Aviv’i zorda bırakacak sonuçlar doğuracaktır.
Bölgede İsrail’in düşmanı olmayan tek ve en güçlü ülke olan Türkiye’nin varlığı, Tel Aviv’i her zaman rahatlatmış ve güven duygusu hissettirmiştir.
Ankara’yı da hataları nedeniyle karşı cepheye iten Tel Aviv’in bölgedeki yalnızlığı büyüyecektir.
Hatada ısrar ettiler
İsrail hükümeti, pamuk ipliğine bağlı koalisyon nedeniyle Ankara’yla sertleşmeyi bir iç politika malzemesi olarak görmüş ve sürdürmüştür. Tel Aviv’in birinci hatası budur.
İkincisi, İsrail’in Mavi Marmara’ya uluslararası sularda düzenlediği ve 8 Türk, 1 ABD vatandaşı olmak üzere 9 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırıdır.
Birleşmiş Milletler’in İsrail’den yana ağır basan Mavi Marmara Raporu, Ankara’nın sert tepkisine neden oldu.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, raporun Türkiye nezdinde “yok hükmünde” olduğunu belirterek, Ankara tarafından dikkate alınmayacağı mesajını verdi.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise İsrail’e karşı beş maddelik kararlar dizisi açıkladı.
Bu beş maddenin ikisi dikkat çekici:
1 - Türk-İsrail diplomatik ilişkileri 2. kâtip düzeyine indirilecektir.
2 - Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan sahildar devlet olarak Türkiye, Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestisi için gerekli gördüğü her türlü önlemi alacaktır.