İzmir Sosyal Güvenlik Kurumu yetkililerinin ağzından bal damlıyor maşallah.
Birinci Kordon’da, denize nazır, yedi katlı binanın nasıl da “dört yıldızlı otel” kalitesinde bir konuk evine dönüşeceğini heyecanla anlatıyorlar.
Bence heyecanları “bir yıldız” eksik kalmış!
Madem bu yola baş koymuşlar, her şeyi “beş yıldızlı” yapsalarmış keşke.
Ama kendilerinden umutluyum.
Maşallah bu azimle, o yıldızı da alırlar kısa sürede!
Neyse...
ADAMIN biri İzmir’de bağırmış:
“İş istiyorum...”
Başbakan kızmış:
“Ne bağırıyorsun, kriz var.”
İnanmam.
Vallahi de inanmam, billahi de inanmam.
Çünkü benim Başbakanım, delikanlı adamdır.
TOPLANTI üzerine toplantı... Arama konferansı üzerine arama konferansı... Ve kim bilir daha ne arayışlar, konuşmalar, araştırmalar yapıldı.
Sonuçta 28 maddelik bir istek listesi ortaya çıktı, hepsi bir dosyaya kondu ve Başbakan’a sunuldu.
Cihana bedel bir hayal görelim o zaman:
Başbakan’ın elinde sihirli bir değnek var ve İzmir’e yürekten sevdalı.
Sıralanan 28 maddenin her birine dokunduğu anda, istenen şey gerçekleşiyor.
Çiğli’de 400 yataklı eğitim hastanesi yarın açılıyor meselâ.
Ertesi gün Bayraklı’da sağlık kampusü kuruluyor.
AMERİKA Birleşik Devletleri’nin kaderi Bud Johnson’ın elindeydi. Kimin başkan seçileceği onun vereceği bir oya bağlıydı.
O zaman bile böylesine sıkıntılı durumda kalmamıştı.
Earl Brooks, dışarıdan bakıldığında başarılı bir işadamı ve iyi bir babaydı ama akıllara ziyan cinayetler işleyen bir seri katildi aynı zamanda.
O zaman bile böylesine nefret edilmemişti kendisinden.
İşi can kurtarmaktı. Soğuk ve derin sulara dalıp, ölümle yaşam arasında kalan insanlara yardım elini uzatırdı Ben Randall.
O zaman bile başı böylesine derde girmemişti.
ABD Başkanı Kennedy’in en yakınındaki adamlardan biriydi Kenny O’Donnell. Küba’yla savaşın eşiğine gelinmişti ve... O zaman bile böylesine bir gerilim yaşamamıştı.
BİR büyük hayalin, üstelik çalıştığım, yazdığım gazetede gerçekleşmesi müthiş bir şey.
O gazete ki, ilk çıktığı günden beri her satırı, her manşeti, her haberi, her köşesi, her ilânı, her sayısı ile artık herkesin elinin altında.
Müthiş.
Üstelik aranan her ne ise “acaba şu yılın bu ayında mıydı, bu ayın şu gününde miydi” diye dertlenmeye de gerek yok.
Bir “arama motoru” var.
Çok daha müthiş.
Bir çocuğun hayal ettiği oyuncağa kavuşmasının heyecanı ile oturdum ekran başına. Arayacağım sözcüğü yazdım kutuya:
KİMLER geldi, kimler geçti siyaset sahnesinden... Tek partili dönemi koyun bir yana. Hatta iletişimin yavaştan hız kazandığı dönemin başlangıcı olan 1970’li yılları esas alın ki; siyasi partilerin ve o partilere hayat veren insanların hayatımızı etkileme katsayısı iyice hissedilir olsun.
Veya mazeret sıralamaya gerek yok.
Kişisel tercihimdir, verdiğim tarih.
Çünkü 1975 yılından beri yakından izlemişimdir olan biteni. Hatta içinde bulunmuşumdur bazen. En azından tanık olmuşumdur çoğuna.
İddiam şu ki:
Ne Adalet Partisi, ne CHP... Ne Halkçı Parti, ne MDP... Ne DSP, ne MHP... Ne DYP ve ne Refah, Saadet veya Fazilet partileri. Ve ne de AKP... Hiçbiri, Anavatan Partisi kadar yaşantımıza renk ve heyecan vermedi. Şöyle geriye dönüp bakıyorum da, en silik, en soluk ANAP’lı dahi; bugünün politikacılarından çok daha cerbezeliydi.
Kaderin cilvesine bakın ki:
TELEVİZYONLARDA dönüp duran ve çok kişiye göre (bana göre de) milletle dalga geçen bir reklâm var hani.
Biri simit satıyor, diğeri çiçek.
Biri oyuncak satıyor, öteki çiklet.
“Alın” diyorlar koro halinde:
“Alın verin, ekonomiye can verin.”
Bilmezler mi ki:
İnsanların nefes alıp verecek hali kalmamış.
KENDİME kızıyorum bazen.
“Küçük Tayyip’in delik deşik ayakkabı ile okula gitmesinden” veya “Büyük Tayyip’in yediğinin önünde yemediğinin arkasında olmasından” sana ne?
Bak işine.
Bak keyfine.
Bak ne güzel yazıyor işte:
“Nurettin Hasman, önceki gün uzun bir İstanbul turu yaptı. Öğle saatlerini Bebek’te geçiren Hasman, akşam olduğunda ise Ortaköy’deki Anjelique adlı bara gitti, burada Hollandalı arkadaşı Lorraine ile buluştu.”
Ha şöyle.