Biliyorum hüzünlüsünüz. Televizyonda Avrupa Futbol Şampiyonası’nı izlerken hislerinize tercüman olmak isterim. Hüzünlüsünüz. Fazla neşeniz yok. Rakınızı yudumlarken niye biz burada yokuz diye düşünüyorsunuz.
Hele açılış maçında Polonya ve Yunanistan’ın oynadığı futbolu görünce, ‘yahu biz bunlara bir düzine atardık’ diye esefleniyorsunuz. Ve birden geçmişteki sorumlular kimdi diye bir soru işareti aklınıza takılıyor. Son maçlardaki çırpınışlarımız gözümüzün önüne geliyor. Bence sorumlu aramayın. Dönüp bugüne bakın. Neler görüyorsunuz toz dumandan başka.
Eskiden farklı mıydık? Ölüp ölüp dirilmedik mi? Çünkü işi hep sonraya bırakmak, didişmek genlerimizdeki psikolojik yapımızdan kaynaklanıyor. Şimdi tabii önümüzdeki Dünya Şampiyonası aklımıza geliyor. Yaptığımız hazırlık maçlarındaki galibiyetlerimize bakıp övünmeyin. Orada sakatlanmak istemeyen, önündeki maçlara ısınmak isteyen, neticeyi önemsemeyen rakipler vardı. Onun için idarecilerden, teknik direktörlerden hatta oyunculardan ricamız bizi gelecek Dünya Şampiyonası’nda katılırken ne olur yine son maçtaki tek puana muhtaç olacak şekilde hazırlamayın.
Yeter artık der gibisiniz. Yoruldunuz değil mi bu şike davalarından. Hadi gözünüz aydın işte Avrupa Futbol Şampiyonası başlıyor. İçinde biz olmasak bile futbol, futbol işte. Biraz oyalanırsınız. Hani adet oldu ya mevzu değiştirme, ben de bugün mevzuyu değiştirmeye çalışacağım.
Bizim gençliğimizde üniversiteye girildiğinde en büyük heyecan göğüse takılan rozetlerdeydi. Her üniversitenin, her fakültenin rozeti vardı. Bu rozetlerin kapalı çarşıda yapılmış altın çerçevelileri de bulunurdu. Ne kadar büyükse o kadar önemliydiler. Hele hele mahalledeki komşuya, esnafa, genç kızlara sükse yapmak için bire birdiler.
Tıpta takılan rozet yılanlıydı. Teknik üniversiteninki ise arılı. Ekonomistler de karıncalı takıyorlardı. Bu rozetleri takıp Beyoğlu’nda bile dolaşılırdı. Sonra, şimdi bakıyorum da rozetlerin bütün dünyada modası futbola kaydı. Renkli renkli. Her takımınki farklı. Hele hele tişörtlere ne demeli. Tak rozeti, giy tişörtü, çık sokağa. Anlaşılan toplumlarda kültürel bir değişim oldu. Değer yargılarında başka değerlere önem verilir oldu. Doktor olmuşsun, mühendis olmuşsun, hakim olmuşsun bir başka alem. Manevi değerler mi, maddi değerler mi önemli, bu tartışılabilir bir
Spor tabiri esasında kişinin tek başına yaptığı, bedensel hareketin anlamını kapsar. Daha sonraları insan sağlığı açısından toplumsal bir önem taşımaya başlamıştır.
Bu önem içinde gelişen ve kütlelere yayılan spor, amatörce yapılırken profesyonelliğe dönüşmüş ve kulüp denilen renklerle şekillenmiştir. Ve ister kabul edin, ister etmeyin kültürel hayatın en üst seviyesinde bir aktivasyon modeli olmuştur. Bu modelin içinde bilhassa futbol milyarlarca insanı bir anda birleştirmektedir.
Birleştirmektedir dedik, hakikaten de öyle. Çünkü farklı renklerin, farklı kulüp renklerinin karşılaşmasında ortaya çıkan rekabet milyarlarca insanı bir anda televizyon önüne çekmektedir. Kralları, Cumhurbaşkanları’nı da. Siz bakmayın kendini bilmezlerin zaman zaman yaptıkları serseriliklere. Futbol rekabeti çeşit çeşit, renk renk ayrı dil ve ırktan insanları bir yuvarlak top etrafında toplamaktadır. Bu sırada her kulübün renkleri mukaddes bir simge olmaktadır.
Bu noktada bu mukaddes renklerin kendi içinde bölünmesi ve içlerine farklı düşüncelerle nifak sokulması düşünülemez. Böyle bir oluşum, değil oluşum farklı bir düşünce bile futbolun ölümü demektir. Zira kulüp renklerine farklı bir ilave
Dünya ve Avrupa spor karşılaşmalarını organize eden ülkelerde politik problemler ortaya çıkınca bu ülkelerdeki spor karşılaşmalarına katılıp katılmama kararı nasıl verilmelidir. Zira insan hareketlerinin en güzeli olan sporu, politik amaçlı kullanmak doğru mudur? Ayrıca bu hangi amaca, ne kadar faydalı olur. Son günlerde Ukrayna’da hakikaten insanlık dramı sayılacak bir olay siyasi bir problem şeklinde gelişti. Bu yüzden şimdi Ukrayna’daki Avrupa Şampiyonası’na katılıp katılmamayı tartışan ülkeler var.
Ülkelerin katılmama kararı Ukrayna’da futbol sevincini bekleyen halka bir darbe olmaz mı? Ve böyle bir davranış ülke ekonomisine vereceği zararla yine sokaktaki halkı etkilemez mi? Zira şampiyona için harcanan paraları karşılayacak olan turizm gelirleri sıfırlanmayacak mı? Son zamanlarda insan hakları felsefesi ile yapılan ambargoların tehditlerin ve politik müdahalelerin bir büyük anlamı olmadığı çok defa görülmektedir.
Anlaşılacağı üzere ülkeler iç siyasi problemlerini, yine iç politika güç ve gayretlerle yine kendi içlerinde çözmek zorundadırlar. Burma Miyanmar misalinde olduğu gibi. Bakalım Ukrayna için önümüzdeki günlerde ne karar verilecek. Ümidimiz kararın spora
Bizim yaşımızdakiler bilirler. Gazete kağıdından top yapıp futbol oynardık. Futbol oynamak çocuk işiydi, fakir işiydi. Daha henüz kimsenin golf denilen zengin sporundan haberi yoktu. Analarımız topçu mu olacaksın diye kızarlardı. Zira o devirlerde futbol takımlarında oynayanlar fakir ölürlerdi.
Çok değil yarım asırda her şey değişti. Futbol zengin sporu oldu. Golf ise halk sporu olamadı. Hatta golf oynayabilenler, futbolu takip etmek, futbol konuşmak ve yazmak için can atar oldular. Lig maçlarını seyredebilmek için paralı televizyon kanalları açıldı. Futbolcular terazilerde altınla tartılır oldular. Kulüpler borsada boy gösteriyorlar ve her köşede satış mağazaları var. Şimdi artık kağıttan yapılmış toplar yok. Futbolun forması var, futbolun şapkası var, hatta altın ayakkabısı bile var.
Devletler Avrupa ve Dünya şampiyonluklarını ülkelerinde organize edebilmek için diplomatik ve siyasi her yolu deniyorlar. Biliyorsunuz önümüzdeki futbol şampiyonası Polonya ve Ukrayna’da yapılacak. Gelin görün ki futbol orada da hayatı pahalılaştırmış. Otel fiyatları tavan yapmış. Pansiyonlar bile cep yakıyormuş. Anlaşılan zaman değişiyor. Ama hayat değişmiyor. Napolyon’un her şey için ‘para,
Maçta birinci devre şöyle böyle geçmiş, yani sallapati. Tur gidiyor. Devre arasında takım oyuncularından biri soyunma odasında arkadaşlarına korku saçan bir konuşma yapıyor. Öyle bir konuşma ki maç sonrasında çocuklar ‘turu atlamasaydık, soyunma odasına giremezdik’ diyorlar.
Ne konuşmaymış ama. Zira takım ikinci devre rüzgâr gibi değil, fırtına gibi esiyor. Bir zamanlar şimdilerde de var mı bilemiyorum üfürükçüler vardı. Bir üfürdüler mi her şey yerine gelir, ne isteğiniz varsa olurdu. Doğruya doğru... Şimdi siz de devre arası arkadaşlarını bu kadar motive eden üfürükçünün ne üfürdüğünü merak etmez misiniz? Herhalde ana avrat küfretmiş diyemezsiniz. Olsa olsa üfürmüş işte. Ama maçı alacak kadar adrenalin yüklemesi yapan bu motivasyon üfürüsünün rengini psikolojik açıdan doğrusu bilmekte fayda var.
Zira maç kaybedilseydi soyunma odasına gidilemeyecek kadar korku yaratan bir üfürünün psikoloji literatürüne girmesi gerekir. Ayrıca üfürükçülerin hastalıkları bile iyi edebildikleri söylenir. Eh şimdi iki de bir futbolumuzun hastalıklarından bahsettiğimiz bir sırada böyle üfürükçüleri angaje etmekte fayda görmüyor musunuz, ne dersiniz?
Bir zamanlar dünyada gladyatörler vardı. Hayatları pahasına dövüşürlerdi. Dövüşü kaybederlerse hayatlarını da kaybederlerdi. Günümüzde de gladyatörler var.
Ama onlar hem çok zengin hem de kaybederlerse hayatları kaymıyor. Haftanın üç günü savaşıyorlar. Şampiyonlar Ligi’nin futbolcularından bahsettiğimizi herhalde anlamışsınızdır. Her maç sanki bir gladyatör savaşı. Kolay mı haftada üç gün on binlerin karşısında savaşmak. Doğrusu iyi para kazanıyorlar ama hiç kimse onların sırtından daha fazla kazananları düşünmüyor.
Aracılar, kulüpler, televizyonlar, reklam şirketleri ve daha niceleri. Kaybeden sadece tribündeki taraftar ve seyirci. O kadar saflar ki keşke haftada dört maç olsa bile diye düşünenleri var. Organizatörlere kalsa onu da yapabilirler. Ama ister inanın ister inanmayın dikkatimi çekti, gelecek maçlarda daha iyi oynayayım diye bazı akıllı futbolcular yalancıktan faul yapıp kart görüp bir hafta dinlenmeye çalışıyorlar. Taraftar heyecan beklerken, akıllı futbolcular yatıyor.
Çocukluğumuzda kötü kelimeler kullandığımızda büyüklerimiz bizi ağzımıza biber sürmekle korkuturlardı. Esasında zamanımızda politik çekişmelerde büyüklerimizin birbirlerine söylediklerini işitince ağzımıza biber sürülmüş gibi oluyoruz.
Analarımız sağ olsalardı bu durum karşısında artık zamane değişti derlerdi. Günümüzde zamane yalnız politikada değil futbolda da değişti dememiz gerekiyor. Zira eskiden ağabey diyeceğimiz futbol büyüklerimizin ağızlarına biber sürmek zamanı geldi. Herhalde onlar da politikacılardan öğrendiklerinden olacak birbirlerine ahkam kesmekle, suçlayarak karşı tarafı üzecek zamane kelimeleri kullanıyorlar. Bir anlamda birbirlerini fırçalıyorlar.
Ne yazık ki bu fırçalamalar ve ahkam kesmeler karşısında tribündeki taraftarların yaptıkları karşısında ağızlarına biber süremezsiniz. Onlar da zamaneye uyarak biberlik kelimeler kullanıyorlar. Zamane diyoruz ya, globalleşmiş dünyada medeni ve batılı dediğimiz ülkelerde de politikacı da, basın da, taraftar da ağzına geleni biber sürecek kadar bozuyorlar. Bir anlamda onları örnek göstererek teselli bulabiliriz.
Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Yıldırım Demirören’in de dediği gibi futbolumuzu ve birbirimizi