Hiç düşündünüz mü dünyanın en zor ve en enteresan mesleklerden birinin futbol teknik direktörlüğü olduğunu. Bize göre her şeyden evvel adamların psikiyatrik ve psikolojik yapıları incelenmeye değer.
Takımları birbiri ardına galip gelince hem basın hem de taraftar onları yere göğe sığdıramıyor. Derken rüzgâr değişip takım ligde yolunu şaşırıp tepetakla olunca onlardan da kötüsü olmuyor. O meşhur, o sevilen adam artık tukaka. Ve bir gün kapının önüne konuluyor.
Bu iniş çıkışlara can mı dayanır dersiniz. Hiç de öyle değil. Adamlar sanki Hint kumaşı. Hiç eskimiyorlar. Doktor, avukat, politikacı olsanız hapı yutar unutulursunuz. Ama gel gör ki kapının önüne konulan teknik direktörümüz bir başka takıma kurtarıcı olarak gidiyor. Yine aynı çıkış ve inişler hem de bir değil iki değil.
İşte bu yüzden siz ne derseniz deyin, futbol teknik direktörlüğü enteresan ve eskimez bir meslek. Ama doğrusu bilhassa psikolojik ve psikiyatrik yapıları incelenmeye değer. Düşmez kalkmaz bir Allah, düşer kalkar bir meslek.
Dünyada medeni toplumlarda insanlar arasında ırk, din, renk açısından ayırım yapmanın suç olduğu kabul edilir. Acaba hal böyleyken şimdi futbolda ayrımcılık yapılıyor demez misiniz?
Adına büyük denilen kulüpler oturmuşlar ve aralarında yapılacak maçlarda konuk takım taraftarlarının maçlara alınmamasına karar vermişler. Bize göre olacak iş değil. Toplumsal açıdan insan hareketlerinin en güzeli olan sporda böyle bir duruma düşmemiz ne kadar acı. Şu demek oluyor ki, biz toplum olarak birbirimize sporda bile tahammül edemez hale gelmişiz. Demek ki eğitimde ve kültürel eğitimde sınıfta kalmışız.
Hatırlıyorum, çocukluğumuzda, gençliğimizde Şeref Stadı’nda takımımız maç kaybettiğinde yağmurda çamurda ağlaya ağlaya yürüyerek eve giderdik. Ama kimsenin aklına karşı takım taraftarına kızmak, sataşmak, saldırmak gelmezdi. Spor spor için yapılırdı. Sahada Şerefler, Hakkılar, Lefterler vardı. Ve ne onlar, ne seyirciler birbirlerine küfür ederlerdi. Şimdilerde tabii birileri çıkıp her zaman olduğu gibi bu şekildeki tahammülsüzlüklere batıda da rastlanmıyor mu sanki diyebilirler. Ama gönül isterdi ki “onlarda oluyor ama bizde olmuyor” diye göğsümüzü kabartalım. Fena mı olurdu?
İster
Bir cümlenin başına ‘Milli’ kelimesi gelince, herkes lafı ağzında geveler, ağır tenkit yapmaya cesaret edemez. Bu Milli Takım için de geçerlidir.
Yıllırca milli futbolumuzda reform lazım denildiğinde kimse bir adım öne çıkıp, cesaretli adımlar atmadı. Hep eskiyen futbolcuları öne sürüp günü kurtarmaya çalıştık. Ve bugüne gelindi.
Bakın dün oynanan maçta Almanya Milli Futbol Takımı Teknik Direktörü Joachim Löw yeni bir oyun taktiği geliştirmek istedi. Ama başarılı olamadı. Demekki elemelerdeki başarısına ve genç takımına rağmen yenilikler aramak, bir teknik direktör için elzem.
Biz ise cesaretsiz ve yıllık geliri 4 milyon euro olan yaşlı bir teknik direktörden, tarihi geçmiş futbolcularla mucize yaratmasını bekliyoruz. Biz reform yapamıyorsak ya da yaptıramıyorsak, yaşlı adam nasıl yenilikler yaratmak için uğraşsın. Bana da 4 milyon euro verirseniz, ben de haydi çocuklar, vatan millet diyerek sahada çocukları daha iyi motive ederek, başarıya ulaşabilirim. Ne de olsa çocukluğumuzda mahalle aralarında az mı top koşturduk. Zira futbolda sistem mi, oyuncu mu önemli tartışmasına gelince dünkü oyunda sistem yoktu, oyuncu da.
Bu da skandalı getirdi. Yıllarca bunun başımıza
‘Dirençsiz bir takım gibi oynadık’. Böyle diyor Fenerbahçe’nin Teknik Direktörü Aykut Kocaman. Şaşılacak bir itiraf. Acaba bu sözde maça bir müdafa taktiği ile çıkmışlarmıydı da karşı takıma direnç gösterilememişti. Takımın kalecisi de maçtan evvel, ‘Yenilirsek bizi dağıtırlar’ diyor. Bu cümleyi acaba açıklayabilir misiniz? Bunun neresinde moral ve motivasyon ışığı var.
Şu varki konuşurlarken oyunculardan ve teknik direktörlerden diplomatlar gibi demeç vermelerini bekleyemeyiz. Ama bir hafta önce göklere çıkarılan bir takım için, bir hafta sonra böyle cümleler kullanılırsa buna kargalar bile güler. Her takım yenilebilir. ‘Ölüme çare yoktur’ sözü gibi bu da futbolda gerçektir. Ama bir takımın maneviyatı, morali ve oynama gücü ile tekniği bir hafta içinde bu kadar iniş ve çıkış göstermemelidir.
Bu satırları yazarken içimizden geçen Türk futbolunda takımların oynadıkları maçlardaki büyük dengesizliklerin tartışılması ve açıklanması yönündedir. Futbol takımlarının da kişilerdeki gibi karakter olgunluğu gösteren yapıları vardır. Eğer bir gün öyle bir gün böyle oynuyorlarsa, hele hele de maçları ah vah ile kazanıyorlarsa, hele hele lider oyuncularının oynamaması halinde
Hangi dalda olursa olsun yazarların, öncelikle de spor yazarlarının ölü mevsimleri vardır. O zaman yazı üretmek için çeşitli çarelere başvururlar. Antrenmanlardan bahsedilir, transferlerden bahsedilir ve bir şeyler bulunur.
İşte böyle bir anda Real Madrid’in doktoru, ‘Nuri Şahin, Türkiye’nin Hırvatistan’la oynayacağı maç için hazır değil’ demiş. Real Madrid’in Teknik Direktörü Jose Mourinho da ‘Nuri çağırılırsa bir şey diyemeyiz’ demekle yetinmiş. Al sana işte açıktan bir yazı malzemesi. Çünkü biz hastalıklardan, yaralanmalardan sonra rehabilitasyonun önemine pek değer vermeyiz.
Grip olsak bile ateşimiz düşünce işe gitmek zorunda kalırız. Çünkü etrafımız ve amirlerimiz ‘hadi hadi bir şeyin yok işte, kalk’ deyiverirler. Yani bir anlamda doktor raporunu da sevmeyiz. İş hayatında hastalıklardan sonra dinlenmek, vücudu hastalıktan önceki düzeye getirmek bir fantezi anlamı taşır. Böylece işinizi kaybetmek, hastalıklı adam damgası yemek, sahte rapor almış adam olmak korkusu yüzünden daha sonra olabilecek komplikasyonlara davet çıkarılır.
Büyük bir sorumluluk
Spor hayatında rehabilitasyonun çok daha büyük önemi vardır. İnsan anatomisinde kemik ve adale sistemi, kalp, akciğer
Hani iyi ve kaliteli bir oluşuma ‘kral gibi’ lakabını yakıştırırız ya. Şimdi Avrupalılar herhalde aristokratlıklarından vazgeçmemiş olacaklar ki Şampiyonlar Ligi karşılaşmalarında sık sık Kral Kupası unvanını kullanıyorlar. Şimdi bunu nereden çıkardın demeyin. Öyle bir şey işte.
Mesela spikerler bir takım Şampiyonlar Ligi’nde başarılı olmadığında daha Kral Kupası kalitesine erişemedi diyerek takımını eleştiriyorlar. Böyle olunca benimde aklıma bizim Şampiyonlar Ligi’nde mücadele eden takımlarımız geldi. Hangisi acaba Kral Kupası seviyesine geldi diye. Anlaşılan bundan sonra Şampiyonlar Ligi’ndeki takımlarımıza başarılı olmadıklarında başlarındaki aslan, kaplan gibi lakaplarını çıkarıp daha Sultan Takım olmadılar dememiz gerekecek.
Bugüne kadar daha takımlarımız içinde Kral Takım unvanını kazanan yok. Ama içimizden geçen yine de içlerinden birinin kral olması, pardon sultan olmasını dilemek.
Futbol alimleri arasında öyle akıllı adamlar vardır ki maçtan evvel ahkam kesmezler. Ama maçtan sonra öyle konuşurlarki ilim, irfan bu bilgilerin ışığında sönük kalır. Yine öyle olacak.
Ama ne maçtan evvel, ne de maçtan sonra bu önümüzdeki kadro ile bir yere varılamaz demeye cesaretleri yoktur. Almanya ile Türkiye’nin bundan evvel oynadıkları maçlardaki kadroları ile şimdikini karşılaştırın. Göreceksiniz ki Almanya’da her oyuncunun yerini alabilecek gençler var. Bizim elimizde ise sakatlıktan yeni çıkmış, ah vah ile sahaya sürdüğümüz eski gençlerimiz var. Yerlerini doldurmamışız.
Hani bize alfabeyi öğretirlerken ‘Ali topu al, Ali topu at’ diye tekrarlatırlardı ya. Belki kızacaksınız ama biz şimdi bu alfabeyi profesyonel olarak hâlâ çözememişiz. Esasında sırtımızdaki muhakkak kazanmamız gerekir yükü altında alfabedeki topu al, topu at hecelemesini kekelemeye döndürmüşüz. Alfabeyi yeni öğrenen çocuk gibi. Öyle görünüyor ki bizim alfabeyi iyi çözecek gençlere ihtiyacımız var. Tabii ki bu bir zaman işi. Ayrıca bu gençleri bulup çıkaracak genç bir yerli teknik direktörü de bulmalıyız. Siz ne derseniz deyin futbolumuzun geleceği böyle bir yenilenmeyle düzelebilir. Eski
Bir olay karşısında kibarlığı unutup, şaşkınlığımızı göstermek için ‘yuh be’ dersiniz ya. İşte ben de bu haftaki Alman dergilerinde okuduğum bir spor yazısı karşısında ‘yuh be, yok yahu’ demek zorunda kaldım.
Bu şaşkınlığımla spor camiasını iyi bilen arkadaşlarım benimle dalga geçtiler. Onlar futboldaki para rüzgarına alışmışlar harhalde. Öyle milyonlar değil, milyarlar bile onları benim gibi şaşırtmıyor. Gelelim konuya...
Manchester City’den bahsediyoruz. Futbol hastası bir şeyh hazretleri 1,5 milyar euro ile kulübü satın almış ve oyuncularına haftalık ortalama 250 bin euro harçlık veriyormuş. Şimdi sokaktaki adam bunu duysa inanın küçük dilini yutar, ‘yok ya, yuh be’ der. O inanmaz ama, artık bizim futbolseverler bu rakamlara alıştılar. Neredeyse Yunanistan’ı bile iflastan kurtaracak rakamlar bunlar.
Futbolumuzun unutulmaz isimleri kaleci Cihat abi ile Baba Hakkı’yı yalnız spor yazarlığı dolayısıyla değil, özel hayatları ile tanımıştım. Öyle cici, öyle mütevazı yaşıyorlardı ki, sizin, bizim gibi. Milyonları değil, yüz binleri bile hayal etmiyorlardı. O zamanlar kim bilirdi ki bir gün gelecek futbolda şöhretliler için milyon eurolar konuşulacak diye. Yatlardan,