İnsan bir şeyi severken o anı mı, yoksa o şeyi mi seviyor karıştırıyorum bazen.
Tamam genellemiyorum. Ama söyleyin lütfen, olmuyor mu size de bazen böyle?
Yazımın başındaki gibi oldu benim Muhtar Amca’nın (Halil İbrahim Güleş) yeri Dayıoğlu Kasabı ile tanışmam.
Kaç yıl oldu hatırlamıyorum, bi gün abim Sedai dedi ki “Fedo Akhisar’da bi köfteci var, aynı bizim okula gittiğimiz kasaba Perperekte’ki gibi” (Perperek, Bulgaristan Kırcaali’ye bağlı bir kasaba)
Sekiz yaşına kadar Bulgaristan’da yaşadım. 2 yıl yatılı olarak Perperek kasabasında okudum.
Akşamları yemeğimizi okula yakın bir yemekhanede yerdik. Sonra ikişerli sıra halinde kasabayı tepeden gören yatakhanelere giderdik.
İşte bu yürüyüşlerde bir grup meyhanenin önünden geçerdi yolumuz. Tam restoranların önünden geçerken içeriden öyle bir köfte kokusu gelirdi ki anlatamam.
İnsan bazen daralıyor. E dün biz de daraldık ve “çıkın bi hava alın” tavsiyelerine uyduk, eski dostum Seçkin ile...
Tabii bizim hava almalarımız öyle on dakika dolaş, sonra eve gel ile olmuyor. Hava almaya Bergama’ya oradan da Ayvalık’a gittik.
Sabah saat 9.00’da yola çıktığımızda bi fark ettik ki ikimiz de kahvaltı etmemişiz. Yoldan bişeyler alır yeriz diye düşünürken benim aklıma birden Bergama’da 70 küsur yıldır kahvaltı veren Eşref Amca geldi.
Yola çıktığımızda rota belli değildi. Kahvaltıya Bergama’ya gidelim, kararı alınınca belli olmuş oldu.
Sohbet ede ede vardık Bergama’ya. Çanakkale sapağından dönüp Bergama yoluna girdiğinizde yol sizi doğruca Eşref Taşkın’ın Yenigün Kahvaltı Salonu’na götürüyor. Google amcaya sorsanız o yardımcı oluyor.
İçeriye girdiğimizde Eşref Amca (Eşref Taşkın) karşılıyor bizi. Mermer masamıza oturur oturmaz hemen bal-kaymak, süt, peynir, ekmek geliyor masaya. Servisini hazırlarken biraz sohbet edelim istiyorum ama pek oralı olmuyor Eşref Amca. İşini büyük bir nezaket ve ciddiyetle yapıyor. Masamıza servis yapıldıktan sonra bir tabureye ilişiyor, oturuyor yanımıza.
“Evlat” diyor, “Kahvede adam haykırıyor, ben 25 sene çalıştım diye, şöyle zordu böyle ağırdı
Bazlamayla, haftalık yapılan ekmeklerle büyüdük biz... Tereyağını rahmetli annem, babaannem elleriyle yapardı. Büyük dedemin arıları vardı oturduğumuz evin hemen alt tarafında. Acıktık mı, nenem koca bi dilim kara ekmek keserdi, üzerine biraz yağ, biraz bal, haydi yine arman yerine oyuna.
Üzerimize ekmek kokuları sinmiş anlayacağınız. İşte o koku gelir zaman zaman burnuma ve alır götürür beni o günlere.
Geçen günlerde bi arkadaşımın evine gittim. Uzun zamandır görüşemedik, biraz sohbet edelim diye. Sohbet uzadıkça uzadı. Saat kaçtı hatırlamıyorum, az kalsın burnumun direği kırılıyordu. Yahu bir güzel ekmek, poğaça kokusu geliyor ki anlatamam... Hemen altımızdaki fırından geliyormuş. Poğaçasını, pastasını, böreğini, kurabiyesini öve öve bitiremedi dostum. Vallahi içim gitti. Bi ara niyetlendik inelim diye. O saate kadar yediklerimizi düşününce vazgeçtik.
Ama intikamımız acı oldu.
Yemek isteyene bahane mi yok. Neymiş, facebook arkadaşlığımızın bilmem kaçıncı yılını kutlayacakmışız. Yalan! Börek çörek yiyeceğiz.
Börek-kurabiye enfes
Şaka bi yana, arkadaşımın evinin yakınından geçerken aklıma geldi, aradım. “Hadi şu senin fırında bi şeyler atıştıralım” dedim. On dakika sonra “Fırın İzmir İnc
Bir şarkıdır Kemeraltı... Dinler dinler, bi daha dinler, doyamazsın...
Hisarönü’nde kahvesine, şambalisine, Abacıoğlu Han’a, Mirkelam Han’a, Havra Sokağı’na doyamazsın.
Koca bi gün gezersin.
Sen bitersin, Kemeraltı bitmez.
Ama çeşit çeşit lezzetleriyle imdadına yine o yetişir.
En güzel yemekleri sunar sana.
İşte bu şahane çarşının en eskilerinden, bi fırından söz etmek istiyorum size.
Çook uzun zaman önceydi. Yanılmıyorsam 5 -6 yaşlarında tanıştım ilk bozayla.
Bulgaristan’ın meşhur böreği Baniçka’nın yanında içilirdi. Bugün hala Bulgaristan’a gittiğimde mutlaka bu iki güzel lezzeti yerinde tadıyorum.
Türkiye’de, İzmir’de ise bozayı mahallemizde bi amca yapardı.
Akşamları, şimdiki garaj istikametine doğru giden tren yolunun hemen yanında dururdu.
İşinden dönen, okuldan dönen birer bardak içer, evine alır giderdi.
Sonra birden büyüdük ve her şey çok hızlı kaybolup gitti hayatımızdan.
Ne gevrekçiler kaldı mahalle aralarında dolanan, ne bahçevanlar ne de “booozzaaaa” diye gecenin karanlığını inleten bozacılar.
***
İnsan şükretmek için her an kendine bir sebep bulabilir, bulmalı da zaten. Ben öyleyim mesela. Eşim Ebru ve oğlum Efe’yle hafta sonları gezilerimizde Güzel İzmir’in çevresini dolaşırken, özellikle de Yeni Foça-Eski Foça arasındaki yolda, İzmir’de yaşadığım için Allah’a şükrediyorum.
Dünyanın biçok yerinde yaşayan insanların buralara hasret olduğunu biliyorum ve yine biliyorum ki, coğrafya bir kaderdir. Böyle gezilerimde “Şükür ki İzmir’de yaşıyorum” dediğim yerlerden biri de Urla Özbek Köyü yolu ve oradan Çeşmealtı’na, Torasan’a bağlanan şahane manzaralı ara yollar...
Geçen hafta yine ‘şükür yolunun’ beni huzurla buluşturduğu Urla Özbek Köyü Akın’ın Yeri’ne, yakın bir dostumla, benim tabirimle baskına gittik. Urla kavşağını geçip eski yoldan Çeşme istikametine doğru devam ederken göreceğiniz ilk benzin istasyonundan sağa doğru kıvrıldığınızda yolun sonunda Akın’ın Yeri.
Dedim ya dostumla baskına gider gibi, Özbek yolunu kıvrıla kıvrıla kat ettik. Özbek Köyü’nü gördüğümüz tepe noktadan arabanın içini çınlatacak kadar “deniz göründüüü” diye bağıra çağıra geldik restorana. Hoş bize göre deniz değil de “Akın’ın Yeri göründü” demeliydik ama, âdettendir deniz göründü dedik...
Sözde
Randevu yerimiz, sevgilimizin eli, ilk öpücüğü, yalnızlığımız, derin bakışmalarımız, akşam eğlencemiz, ağız tadımız bizim Kordon...
İzmir’in, İzmirlinin olmazsa olmazı.
Gerçi ben sevgili eli, öpücük kısmını çoktan geride bıraktım.
Daha çok eğlence, ağız tadı kısmıyla ilgileniyorum.
E hal böyle olunca da epeydir Kordon’daki yerlerini İzmirliyle buluşturma çabası içinde olan Ayvalık Balıkçısı tadilatını bitirse de bir iki meze tatsak derdindeyim.
Neyse ki çabuk bitirdiler işlerini de geçen hafta bi arkadaşımla çöktük masalarına.
Garsonun “Meze dolabımıza bakmak ister misiniz?” demesiyle, oturmamızla kalkmamız bir oluyor. Geçiyorum, meze dolabının başına.
Oy oy oy ooooy...
Hikâyesi olan yerleri hep sevdim ben. Geçen hafta, yakın bir dostumun telefonda acayip bir heyecanla anlattığı, yemeklerini çok beğendiği, yepyeni bir mekânı görmeye gittim Sığacık’a...
Kale içinde, deniz görmeyen, daracık, ama bi o kadar da şahane sokakların müthiş ambiansının eşliğinde ulaşabileceğiniz ‘No: 17’den söz edeceğim size...
Dedim ya, yakın bir dostum vasıtasıyla haberdar oldum bu şirin mekândan. Telefonda anlata anlata bitiremeyince gitmemek olmazdı elbette.
İzmir’den 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Sığacık’a varıyoruz. Arkadaşımla birlikte arabamızı gideceğimiz yere olabildiğince uzak park ediyoruz ki, kale içinin şahane sokaklarında gezebilelim. Sohbet ede ede varıyoruz No: 17’ye... Şirin, yöre mimarisine uygun bir kapıdan içeriye girer girmez, sade ve şık bir mekân karşılıyor bizi. İçeriye girer girmez dikkatimi çeken ilk şey ‘iki ahşap direk’ ve onları da içine alacak şekilde köşeden köşeye ulaşan eski tip ampullerle yapılmış aydınlatma...
Biz etrafa bakınırken restoran ortaklarından Çağlar Aygün karşılıyor bizi. Hemen köşe bir yer beğenip oturuyoruz. Ortağı Ahmet Aydın’la aslında başka işleri varmış. Ancak bulunduğumuz eski binayı satmaya kıyamamışlar, “En kötüsü