Fedai Ünal

Fedai Ünal

fedonunal@gmail.com

Tüm Yazıları

İnsan şükretmek için her an kendine bir sebep bulabilir, bulmalı da zaten. Ben öyleyim mesela. Eşim Ebru ve oğlum Efe’yle hafta sonları gezilerimizde Güzel İzmir’in çevresini dolaşırken, özellikle de Yeni Foça-Eski Foça arasındaki yolda, İzmir’de yaşadığım için Allah’a şükrediyorum.
Dünyanın biçok yerinde yaşayan insanların buralara hasret olduğunu biliyorum ve yine biliyorum ki, coğrafya bir kaderdir. Böyle gezilerimde “Şükür ki İzmir’de yaşıyorum” dediğim yerlerden biri de Urla Özbek Köyü yolu ve oradan Çeşmealtı’na, Torasan’a bağlanan şahane manzaralı ara yollar...
Geçen hafta yine ‘şükür yolunun’ beni huzurla buluşturduğu Urla Özbek Köyü Akın’ın Yeri’ne, yakın bir dostumla, benim tabirimle baskına gittik. Urla kavşağını geçip eski yoldan Çeşme istikametine doğru devam ederken göreceğiniz ilk benzin istasyonundan sağa doğru kıvrıldığınızda yolun sonunda Akın’ın Yeri.
Dedim ya dostumla baskına gider gibi, Özbek yolunu kıvrıla kıvrıla kat ettik. Özbek Köyü’nü gördüğümüz tepe noktadan arabanın içini çınlatacak kadar “deniz göründüüü” diye bağıra çağıra geldik restorana. Hoş bize göre deniz değil de “Akın’ın Yeri göründü” demeliydik ama, âdettendir deniz göründü dedik...
Sözde biz baskına gitmişken, restoranın sahibi Mehmet Kuşcan daha içeri adım atar atmaz yakaladı bizi. Mehmet, şen, güler yüzlü, ilgili bi insan. Babaları Akın’dan devraldıkları restoranı kardeşi Himmet Kuşcan ile birlikte işletiyor. Sohbet başlar başlamaz, “Abi bildim ben seni, eskiden de gelirdin buraya” diyor.

Haberin Devamı

Dolabı yiyeceğim!

Doğru, çok eskiden beri giderim Akın’ın yerine. O zamanlar daha küçük, daha az masalı bir yerdi. Öyle fazlaca bilinmezdi. Önce saat 12.00’de restoranın tam karşısındaki mezata katılıp balık alırdım, sonra da çok sevdiğim balık ciğeri, balık yumurtası ile bi öğle rakısı içerdim. Ne yalan diyeyim, bu baskının da amacı buydu aslında.
Neyse, ayaküstü Mehmet’le sohbet sürerken daha masamıza geçmeden ve her zaman muhteşem görünen balık dolabına bakmadan soruyorum “Var mı balık sakatatın?”
Mehmet gülümseyerek “Siz şöyle kendinize bi masa beğenin “orası kolay” diyor.
Geçiyoruz masamıza. Ortam sessiz, huzurlu. Denizin sesi geliyor uzaktan. Sonra birden denizin sesine Mehmet’in sesi karışıyor. “Abi nerdesiniz siz yaa” diye.
Oturuyor masamıza. Biraz yoldan, biraz yıllardan söz ediyoruz. Asıl muhabbetimiz yemek tabii. Tam balık ciğeri konuşurken, dayanamayıp kalkıyorum ve soluğu balık dolabının yanında alıyorum. Her zamanki gibi çok güzel bir balık tezgâhı yapılmış. Bana kalsa dolabı yiyeceğim.
Çilek barbunlar, deniz tarakları, istiridyeler, akuvadisler, kidonyalar, kalamar yumurtaları ve daha neler neler...

Haberin Devamı

Masanın kralı lakerda

Bir iki bi şey söylüyoruz ve sonrasında Mehmet’in ellerine teslim ediyoruz kendimizi.
Hızlıca servis başlıyor. Önce lakerda geliyor, yanında yakın dostu kırmızı soğanıyla, kendilerinin yaptığı ahtapot karpaçio, şefin kendine has nar ekşili yeşil elma salatası şenlendiriyor masamızı. Şu ana kadar masamızın kralı lakerda! Gittiğinizde mutlaka tadın derim. Lokum kıvamında, tuzu o kadar makul ki, insanın yedikçe yiyesi geliyor.
Sohbet sürerken masamızın ve Ege’nin olmazsa olmazı ot tabağı tüm ihtişamıyla masanın baş köşesine yerleşiyor.
Ardından da rulo haline getirilmiş, üzerinde biraz levrek, karides ve ahtapot eklenmiş bir ot geliyor. “Bu nedir?” diyecek oluyorum Mehmet’e. Aldığım cevap manidar bi gülümseme oluyor.
Meraklı bir tavırla tadıyorum ot rulo üzeri deniz ürünleri yemeğini. Yeşil elma salatası gibi bu da şefimizin spesiyallerinden biri.
Balık dolabının güzellerinden deniz tarağı görünüyor uzaktan. Bütün ihtişamıyla o da masada yerini alıyor. Çanakkale seyahatlerimde özellikle salatasını yediğim deniz tarağı, bu kez özel sosuyla hazırlanmış geliyor. Evet deniz tarağı şahane, ama sosuna bayılıyorum. Deniz tarağının kabuğunu kullanarak ve restoranda da pek fazla insanın olmamasından faydalanıp şapur şupur içiyorum suyunu!

Haberin Devamı

Şanslıysanız tadın!

Vee işte benim bir numaram görünüyor mutfağın kapısında. Şişte yaptıkları ve her yerde tadamayacağınız balık ciğeri! Yolunuz düşerse Akın’a ve şanslıysanız tadın derim. Şanslıysanız diyorum, çünkü her zaman olmayabiliyor.
Dedim ya pek severim. Soğutmadan balık ciğerini de mideyle buluşturuyorum...
Yemek bitti, “Yeter Mehmet, yeter” diyecek oluyorum ama nafile, “Abi, birercik çilek yemeden gitmeyin be ya” diyerek sündürüyor sözlerimi Mehmet.
E öyle olmuyor tabii, birercik çilek barbun geliyor ama yalnız değiller. Yanlarında pazı içine gizlenmiş ve ızgara edilmiş deniz ürünleri sarması da getirmişler. Neyse artık gelmiş, bi tadına bakalım diyoruz.
Mehmet bi ara kayboluyor masadan. Bu arada biz de kalkmak üzere hazırlanıyoruz. Ve son dakika olanlar oluyor!
Masadan bi ara kaybolan Mehmet, mutfağın kapısında elinde bir kalamar tabağı ile görünüyor. “Yahu abi, Özbek’e gelip de bizim yerli kalamarımızı yemeden gidilmez” diyerek, şişte ızgara yapılmış kalamarlardan birer tane koyuyor tabaklarımıza.
Gülümseyen yüzüyle anlatıyor da anlatıyor Mehmet. Babasını anlatıyor. “1970 senelerinde başlamış işe babam, biz de elimizden geleni yapıp severek sürdürüyoruz işimizi...”

Geliriz elbet...

Babasının annesine ilk nasıl denizkestanesi yedirdiğini ağzı kulaklarında dillendiriyor.
“Dur!” diyorum Mehmet “Dur!”
“Bu sohbet burada kalsın, şöyle bi ateş almaya geldik, saray sofrasına döndü masamız.”
Daha gelir gelmez akşam 18.00 gibi randevumuz var, erken kalkarız demiştim, ama Mehmet dostum oralı olmamış bile. Biz dur demesek, az az derken mutfağı yıkacak önümüze.
Mehmet anlatmaya devam ederken, biz hızlıca bir hareketle, tabir yerindeyse, zengin kalkışı yapıp hızlıca vedalaşıyoruz Mehmet’le.
Kapıya kadar uğurluyor bizi.
Arabamıza doğru yürürken Mehmet ardımızdan sesleniyor “E buraya kadar geldiniz, bi ızgara sardalye bile yemediniz...”
E hayır mı diyelim, onun için ayrıca geliriz Mehmet.
Geliriz elbet...