Geçen hafta biraz yoğun geçti. Gelemedik bir araya. Biliyorsunuz, çok seviyorum sokağı, sokak lezzetlerini. Yoğun geçirdiğim dönemde istediğim gibi olmasa da gezmek için zaman yarattım kendime. Bu zaman zarfında, uzun süredir gitmeyi planladığım Bornova Bitpazarı’nda buldum kendimi. Aslında ayaküstü atıştırmalık bi şeyler arıyordum. Ama deyim yerindeyse bitpazarını karşımda görünce, pazar vaha oldu gönlümde. Bi anda karnımın açlığını unuttum, gözlerimi, aklımı doyurmaya başladım. Bu hafta sohbetimiz bitpazarı anlayacağınız.
İnternete şöyle bi baktım, bitpazarı adı nereden geliyor diye.
Bayatpazarı
Ulaştığım bilgi aynen şu...
Paris’in kuzey sınırına yakın olan Marche aux puces Saint-Ouen, 1860’larda kurulmuş bir ikinci el pazarı. Bitlerin musallat olduğu türden eski eşyaların değiştokuş edildiği veya satın alındığı yer olması nedeniyle “bitpazarı” adıyla anılan bu pazar, türünün ilk örneği ve isim babası olarak gösteriliyor. Bizde de eskiler “bayatpazarı” derlermiş. Bir rivayette, bayat pazarı zamanla bitpazarına
Soğukla aram iyidir. Öyle ki, evde en büyük tartışma nedenlerimizden biridir sevgili eşim Ebru ile. Amaa şu son soğuk günler beni bile üşüttü, hatta dondurdu desem yeridir.
Biraz üşüttüm galiba, derken bi de baktım nerdeyse bir haftayı yatakta geçirmişim. Belki Kovid olmuşumdur diye bi 3 gün de ekstra kaldım evde, etti mi size 10 gün. Benim gibi birisine çok zor. O dizi senin, bu film benim derken, yeter artık deyip attım sokağa kendimi.
Değişmez yol arkadaşım, abim Turgay Kılınç’ı aradım hemen... Kendisi çok programlı ve de dakik olduğundan, “Hadi abi bi hava alalım, gezelim biraz” önerime, sükûnetle, programıma bakıp arıyorum seni” dedi. Neyse ki çok yoğun değilmiş de, “Olur çıkabiliriz, ama benim 3 saatim var” diye döndü bana. Aslında bu cevabın manası açık, “Hadi yahu nerde kaldın Fedo, ben de çok sıkıldım evde; çabuk gel, hemen sokağa atalım kendimizi”. Bu çağrıya kulak verip soluğu Turgay Abimin yanında aldım.
İncir çekirdeği
Bizim gezmelerimiz aslında çok planlı
Zor zamanlardan geçiyoruz. Hem ülke olarak hem de dünya olarak sıkıntılı günler yaşıyoruz. 10-15 yıldır teknolojinin ve onun getirdiği rahatlığın lüksüne o kadar alıştık ki, yaşam için gereken temel şeyleri unuttuk! Unuttuklarımızın en başında da tarım geliyor, hayvancılık geliyor, su, enerji geliyor. Modernleşme o kadar başımızı döndürdü ki, sanki teknoloji her şeyin ilacıymış gibi geldi hepimize. Biz ki, dünyanın yedi ülkesinden biriydik kendi kendine yetebilen. Biz ki, su zenginiydik!
Dedim ya, teknoloji, teknoloji derken bizi asıl hayatta tutacak şeyin önce karnımızın doyması olduğu gerçeğini unuttuk! Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir” sözünü unuttuk. Kurtuluşu toprakta değil, fabrikalarda aramaya başladık. Evet, fabrikalar da olacak, teknoloji de olacak; ama her koşulda tarım, enerji, su mutlaka olacak.
Üzüntüyle izlediğimiz Rusya-Ukrayna savaşı, tüm dünyayı birçok konuda olduğu gibi, tarım konusunda, toprak konusunda da yeniden düşünmeye zorladı.
Biraz uzun bir giriş
Geçen hafta Bospa’yı (Bostanlı Pazarı) yazmıştım. Çok güzel dönüşler aldım. Hatta bu hafta, pazar alışverişi için gittiğimde fotoğrafını kullandığım, Bergama Kınıklı İsmail kardeşimi gördüm. Birlikte çay içtik. Sohbetimize, alışverişe gelen bir okurum da katıldı. Pek keyifli bir günün başlangıcı oldu benim için.
Alışveriş sonrası, kadim dostum, abim Turgay Kılınç’la, geçen haftadan sözleştiğimiz bir kuru fasulyeciye gitmek için buluştuk. Vallahi özleşmişiz abimle. Kuru fasulyeci yolunda epey bi dedikodu yaptık. Enteresan adamdır Turgay Abim. Öyle pek ilgili değilmiş gibi görünür bu yeme içme işleriyle, ama sizi öyle bi yere götürür ki şakülünüz kayar.
Kendince anlatmaya başladı bana kuru fasulyeciyi. Yok işte, “Ben severim ama seni bilemedim, gerçi sen mutlaka yemişsindir ama...” Tüm olumsuzlukları sıraladı bana. Bi ara gitmekten vazgeçer gibi oldum hatta. Ama ben bu hisse kapıldığımda dükkânın önüne gelmiştik bile. Ki bu konuşmalarından önce,
Pazar kültürünü çok severim. Çocukluğum, gençliğim hep bu kelime etrafında döndü.
Doğduğum topraklarda, Balkanlar’da pazar sadece alışveriş yapılan yer değil, bir buluşma yeriydi aynı zamanda. Haftanın belirli günleri köylünün toplandığı sosyal bir etkinlik noktasıydı.
Alışveriş de vardı, eğlence de.
Bugün de hemen hiçbir değişime uğramadan sürer bu gelenek.
Ülkemin, Türkiyem’in de var böyle buluşma noktası olan pazarları. Ama nedense hep küçük yerlerde sürüyor bu gelenek.
Büyük şehirlerde yok denecek kadar az. Hatta yok!
Bugün İzmir, Karşıyaka Bostanlı pazarını, namı diğer Bospa’yı gezdim.
Yakın dostlarım kızacak bana, “Abi yine mi kokoreç yazıyorsun?” diye ama varsın kızsınlar. Çünkü bu seferki kokoreçin arkasında bir “dağ” var. Evet evet yanlış okumadınız bir dağ var. Geçen haftayı biraz tedirgin geçirdik. Malum, bu Kovid illeti hepimizin aklını başından aldı. En ufak bir rahatsızlıkta kafamızın içi “acaba”larla doluveriyor. Sevgili eşimin boğaz ağrısı, burun akıntısı otomatikman bizi bir hafta eve kapattı. Üzerine oğlanın ateşinin yükselir gibi olması tedirginliği had safhaya çıkardı. Neyse ki test sonucu negatif çıktı da biraz rahatladık. Şükür bi sıkıntımız yok şu anda.
Adı Hanımeli
İşte bu tedirginliğin sonunda, iki, üç yıl önce Balkan turunda tanıştığım ve aralıklı da olsa iletişimimizin devam ettiği bir arkadaşım, Sinan Nane aradı. Ta Bosna’da konuştuğumuz, uykuluğu sulu yemek olarak yapan bir lokantaya gidecektik. Onun için aramış. Ama benim programım, onun işleri derken, Sinan’ın önerisiyle Bornova’da bir kokoreççiye gitmeye karar verdik. Aslında karar vermemiz hiç zor
Ah bu döner sevdam benim, bakalım daha nerelere götürecek bu ayakları!
Hayatta herkesin bir izi var. Kimsenin parmak izi bir değil mesela. Sonra her babayiğidin yoğurt yiyişi de farklı.
Ve her elin lezzeti de. El melekesi denen bi şey var bi de. Ki, ben buna çok inanırım. Hatta bu melekeyi, bilim insanlarının yaptığı bir araştırmayla, yemek yaparken elin salgıladığı ortaya kondu. Ve eli lezzetli insanların bunu yaydığını söylediler.
İşte size el melekesi olan, eli dili tatlı bi adamdan söz etmek istiyorum.
Aslında biz onu bilmeden yıllarca Zaim Usta’nın dükkânında yemeklerini yemişiz, ama kısmet olup tanıyamamışız.
Kim arkadaş bu usta, dediğinizi duyar gibiyim. Hemen söylüyorum, Dadaş’ın Yeri lokantasının sahibi Fuat Karasu.
Gönül terazisi
Türkiye'nin gözbebeği, güzel İzmir'in en güzel ilçelerinden biri Çeşme'dir.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul, Ankara ve yurdun dört bir yanı karla boğuşurken biz de İzmir'de kar duasına çıktık ama nafile. Kar gelmedi fakat soğu geldi. İşte tam da o günlerde sevgili eşim Ebru "Fedo bigün İzmir'deki çeşmeleri gezsek ya" dedi. Aslında ben eski kapı meraklısıyım. Sohbet kapılarla başlamıştı sonra çeşmelere geldi. İyiki de geldi. Bir iki çeşme araştırmasından sonra bi farkettik ki, Çeşme'nin çeşmeleri hâlâ ayakta. Hemen ertesi gün termosumuza kahvemizi, çayımızı koyduk yanına biraz da kek sıkıştırdık ve düştük yola.
Yıllardır gider gelirim Çeşme'ye ama rahmetli annemin bizi Ilıca plajına götürdüğü zamanki kadar heyecanla gittiğimi pek hatırlamam. İşte bu "Çeşme'nin çeşmeleri" gezisi beni çok eskilere götürdü. Aynı çocuk heyecanıyla vardık Çeşmeye.
Karı koca, arabamızı park ettiğimiz yerde sırt çantamıza malzemelerimizi koyarken iki liseli gibiydik.
Bi taraftan soğuğa karşı