Ozan Neşet Ertaş ne güzel demiş, “Kadınlar insandır biz insanoğlu”
İzmir Karşıyaka Bostanlı’da, sokakları arşınlıyoruz sevgili dostum Evren Eğrikülahla. Namı diğer @neyedikbeabi ile.
Öğlen bi şeyler yemeye karar verdik ama ne yiyeceğimizi bilmez haldeyiz. “Şurası” diyorum, “Abi olmaz suratsız o adam” diyor.
“Burası” diyorum, “Gittik abi oraya, zaten sahibi amca gelmiyor, tadı yok” diyor. Anlayacağınız ya aç kalacağız ya da gevrek peynire talim.
O sokak senin, bu sokak benim derken Evren birden “Aa abi gel gel, bak seni nereye götüreceğim” deyip kolumdan tuttuğu gibi bulunduğumuz yerden iki sokak ötede bir mantıcıya götürüyor.
Sakin, çok da hareketli olmayan bir sokak burası. Küçük bahçesinden kapıya doğru yürüyoruz. İçeriye adım atar atmaz, şen gülüşlü üç kadın karşılıyor bizi. Mantıcı’nın sahibi Yasemin Hanım (Tuyran) birden Evren’i karşısında görünce şaşırıyor. Tam mola saatine denk gelmişiz. Hemen çaylar koyuluyor. Bahçede palet tahtalarıyla
Güzel yemek yapmak, güzel adam olmaktan geçer.
İşte size bu hafta iki güzel adamdan bahsedeceğim. İlki ciğerci Şeref Şeker.
Bizim deli oğlan Evren @neyedikbeabi ile Karabağlar’da kurbandan kaçan koçlar gibi dolanıyoruz. Evren’in mobilyacı arkadaşıyla görüşeceğiz. Dükkânı ararken, o lambadan mı bu sokaktan mı girelim derken kader bizi önce bi söğüşçünün önüne attı. Kader bu ya, sokakta trafikte tıkanınca mecburen birer söğüş yedik.
Çakmak gözlü
Mobilyacımız İlkay’ın dükkânına geç kaldık tabii. Neyse, yaptık İlkay Usta’yla pazarlığımızı, anlaştık. Tabii bu arada öğlen olmuş bile. Malum Evren de, ben de hassas bünyeliyiz. Kolay acıkıyoruz... Nasıl olsa mobilyacıyla da anlaştık. E hadi bi kutlama yemeği yiyelim dedik. Karabağlar’ın ara sokaklarında dolana dolana Yunusemre Mahallesi’nde küçük, kendi halinde bi dükkâna geldik. Evren, yıllar önce gelmiş buraya. İçeri girer girmez Ciğerci Şeref Usta, bizim deli oğlana “Neyedik dimisin sen” deyiverdi.
Kafam takıldı yine bi konuya!
Cuma günü üç arkadaş oturduk Adana Lezzet Festivali’ni konuşuyoruz. Arkadaşlarımdan biri dedi ki; “Abi Adana ne ki, bizim sadece zeytinyağlılarımızı dizsek sofraya yeter de artar bile. Balığı, çok kültürlülüğü, denizimizi saymıyorum bile. Bi enginarımız var, envai çeşit yemeği, mezesi yapılıyor!”
Peki, kim biliyo? Yapabiliyor muyuz tanıtımını?
Yok!
Adana yapıyo mu?
Yapıyo!
Hem de şahane yapıyo!
1977 yılının bi Nisan gününde hayatımın en parlak ışıklarını Boğaz Köprüsü’nü geçerken görmüştüm. Hoş, o ışıkların Boğaz Köprüsü’ne ait olduğunu, geçtiğimiz yolun bir köprü olduğunu ve hatta o köprünün iki kıtayı birleştirdiğini de yıllar sonra öğrenmiştim.
Bi gün birisi bana, yaşadığın o günler senin en büyük zenginliğin olacak ve onlardan beslenip yazılar kaleme alacaksın deseydi, tam bi İzmirli, tam bir Çamdibi çocuğu mahalle ağzıyla, “Haddi len ordan” derdim.
Mahallemin kokoreççisi Asım Amca’yı dinlerken bunlar geçti aklımdan. Sevgili Eyüp’ün kestiği kokoreçleri iştahla ısırırken hemen yanı başımda oturan Asım Amca’yla, namıdiğer Kokoreççi Asım ‘la başladık muhabbete.
‘Kaçtım’
Asım Amca, benim çocukluğumda da yeri olan biri. İzmir’in Çamdibi semtinin bağ bahçe olduğu dönemlerde, mahallenin mahalle olduğu zamanlarda yetiştik çünkü biz de. Çamdibi bi göçmen semti.
A
Şanslıyım, şanslıyız vallahi. İzmir’de yaşıyor olmak gerçekten bi ayrıcalık.
Şöyle bi hayal edin diye başlayacağım cümleye, ama anlatacaklarımın hepsi gerçek.
Biraz yoğun yaşıyoruz ailece Eylül ayını. Eh malum pandemi sonrası oğlanın okulu, neredeyse bi yıldır yapmaya çalıştığımız köy evi, evin eksiği gediği ve en önemlisi de yetmeyen bütçe...
Bunalttım di mi sizi de?
Evet! Ben de tam bu bunalma anlarında seviyorum İzmir’i! Çünkü, bu şehir insana iyi gelir. Evdeysen çık dışarıya, nerede olursan ol yarım saatte deniz kıyısındasın. Derin bi nefes al, çek iyot kokusunu içine, bi şeyin kalmaz. Canın cennet mi çekti, atla arabaya yine yarım saatte kuş cennetindesin. Foça’yı, Urla’yı, Karaburun’u, Seferihisar’ı, Çeşme’yi saymıyorum bile.
Elbette bu kadar değil. Saydıklarım, herkesin bildikleri. Bi de İzmirlinin bile bilmediği, ama her biri cennetten bir köşe olan o kadar çok yer var ki, say say bitmez...
Sincaplar
Dağları seviyorum biliyorsunuz. Hafta başında köyüm Çınardibi’nden Bayındır’a indim,
Onyedi, onsekiz yaşlarındayım. Günaydın gazetesi teknik servisinde pikajcıyım. (Şimdinin sayfa düzenlemecisi). Gece çalışıyoruz. Abim Sedai de zamanın Güneş gazetesi teknik servisinde aynı işi yapıyor. İşimiz ortalama sabah 3 gibi bitiyor. Sonrasında servis herkesi evine bırakıyor. Fakat beni çoğunlukla Güneş gazetesine bırakırdı. Çünkü orada iş bitiminde, gazetenin dışındaki çay ocağının sulu buzdolabının üzerine şahane bir çilingir sofrası kurulurdu. Montaj servisinin kıdemlilerinden Konyalı, namı diğer bit Mustafa’nın izniyle ben de katılırdım aralarına. Bazı sabahlar Güneş gazetesi bölge temsilcisi rahmetli Nahit Duru abim de gelir, gece çalışan arkadaşlarıyla, ekibiyle bi tek atardı. Güzel, dolu dolu, şahane günlerdi anlayacağınız.
Para çekmemişiz
Çarşamba günü sevgili abim Turgay Kılınç’la söğüş yiyeceğiz diye yollara düştük. Hedefimiz Kapılar’da, seyyar bir söğüşçüydü. Fakat Kapılar trafik olarak yoğun olduğundan aracımızı eski Güneş gazetesinin önüne park ettik.
“Ve yaz bitti, deniz mevsimi kapandı” bunun gibi mesajlarla dolu sosyal medya. Zannedersin dünya yandı, bitti, kül oldu. Durun yahu, yaz bitti ama, sonbahar geldi. Serinlik geldi ya da gelecek. Yağmur gelecek, bereket gelecek. Bakın mesela 1 Eylül’de balık yasağı sona erdi. Uzun zamandır beklediğimiz bereket sofralarımızı şenlendirecek kısmetse.
1 Eylül günü kadim dostum Fatih Dörtkardeşler ile çok uzun zamandır gidemediğim Tuzla’ya, Homa Dalyanı’na gittik. Dalyan’ın balığının geldiği dükkânda ne var ne yok diye heyecanla daldık Onurhan kardeşimin yanına. Tam içeri girerken biri, elindeki kovayla çıktı dışarıya. Onurhan’a, “Kimdi çıkan?” diye sordum. “Balıkçı Ahmet abi” deyince fırladım dışarıya. “Ahmet!” diye seslendim. Döndü geldi, maskemi çıkardım, öylece baktı bana sonra,”Ooo Fedai nerelerdesin arkadaş sen yahu?” diye girdi söze. Ayak üstü eskilerden konuştuk hızlıca.
Kara tavada gamit
Neredeyse 14 yıldır tanırım balıkçı Ahmet’i. Oğlum Efe ile bi dönem
Nedense hep muhteşem şeylerin peşindeyiz. En lezzetlisinin, en güzelinin, en ucuzunun, ama her daim en alımlısının ardındayız.
Mucizeleri öyle büyütüyoruz ki gözümüzde, hayatın kendisini mucize diye görmeyip öylece yaşıyoruz. Hiç farkında olmadan. Sonra da ardından melul melul bakıyoruz.
Yemek yerken de öyleyiz vallahi. Yemeğin lezzetine bakmaktan, kafamızı kaldırıp yemeği lezzetli yapanları görmüyoruz.
Koruk ve limonata
Bayındır’daydım geçen hafta. Kısmetse, yakında köylüsü olacağım bu güzel ilçenin. Bitakım belediyesel işleri halletmek için gittik. Oraya koş, buraya koş derken öğleyi nasıl ettik anlamadık. Bi ara eşim, oğlum Efe ve artık her konuda danışmanımız sayılan, kadim dostum Nevzat Abi (Hepçekenler), şöyle bi soluklanmak için belediyenin karşısındaki kafeye oturduk. Önce birer limonata, sonra da şimdi tam mevsimi olan koruk suyu... Vallahi, hissiyatımız tam olarak kızgın kumlardan, serin sulara gibiydi. Limonata personel yapımı, koruk suyu da yine Bayındır’dan. Şahane ötesi bi şeydi. Bu iki lezzetin keyfine varırken,