Zor zamanlardan geçiyoruz. Hem ülke olarak hem de dünya olarak sıkıntılı günler yaşıyoruz. 10-15 yıldır teknolojinin ve onun getirdiği rahatlığın lüksüne o kadar alıştık ki, yaşam için gereken temel şeyleri unuttuk! Unuttuklarımızın en başında da tarım geliyor, hayvancılık geliyor, su, enerji geliyor. Modernleşme o kadar başımızı döndürdü ki, sanki teknoloji her şeyin ilacıymış gibi geldi hepimize. Biz ki, dünyanın yedi ülkesinden biriydik kendi kendine yetebilen. Biz ki, su zenginiydik!
Dedim ya, teknoloji, teknoloji derken bizi asıl hayatta tutacak şeyin önce karnımızın doyması olduğu gerçeğini unuttuk! Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir” sözünü unuttuk. Kurtuluşu toprakta değil, fabrikalarda aramaya başladık. Evet, fabrikalar da olacak, teknoloji de olacak; ama her koşulda tarım, enerji, su mutlaka olacak.
Üzüntüyle izlediğimiz Rusya-Ukrayna savaşı, tüm dünyayı birçok konuda olduğu gibi, tarım konusunda, toprak konusunda da yeniden düşünmeye zorladı.
Biraz uzun bir giriş oldu, fakındayım. Ancak şimdi aşağıda aktarmaya çalışacağım düşüncenin bile ne kadar önemli olduğunun altını çizmek için önemliydi. Malum İzmirliyim ben, haliyle eleştirilerim de, öneriler de İzmir için. Ama belli mi olur, bazen küçük bir fikir öyle benimsenir ki, koca bir ülkenin, dünyanın işine yarayan bir harekete dönüşür.
İzmir Büyükşehir Belediyemizin çiftçilere, yerel üreticilere olan desteğini, hayvancılığa dair yapmaya çalıştıklarını yakından takip ediyorum. Çok da olumlu buluyorum. Gayet güzel sonuçlar alınıyor. Ancak, yapılanlar ne köyden kente göçe mâni olabiliyor ne de tarımsal üretimin ciddi ölçüde büyümesine katkı sağlayabiliyor. Bu durumda görünen o ki, durum stabil.
Evet, ülkemizin en büyük meselelerinden biri köyden kente göç! Ancak diğer önemli bir sorunu da, özellikle kıyı şeritlerinde hem diğer illerden hem de o ilin merkezinden köylere şehirli insanların göç etmesi!
Salgınla birlikte insanlar kendilerini daha rahat, hareket imkânı fazla olan alanlara atmaya başladı. Bu da çevre köy ve beldelerde yoğunlaştı. Buraya kadar her şey normal gibi. Ama kazın ayağı öyle değil. Yukarıda anlattığım gibi köylü şehre, şehirli köye giderken, olan tarıma, toprağa olmaya başladı. Şehirlinin üç beş bi geliri var, köydeki yaşam onun için güzel; eh köylü de yerini sattı, o da üç beş koydu cebine, şehirde bir iş tuttu. E satılan toprak ne olacak? İşte sorun burada. Satılan toprağa bi iki sıra zerzevat, beş on meyve fidanı dikilecek ya da dört duvar arasına alınıp öylece duracak! Yani ne sahibine, ne köylüye ne de ekonomiye bir katkısı olmayacak.
Yukarıda, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bu konularda bir şeyler yapma çabasından söz etmiştim. Fikrimi bizzat kendileriyle de paylaşacağım, ama söz uçar yazı kalır düşüncesiyle köşemde de yazmak istedim.
En çok üzerinde durduğumuz konu, köylümüzün şehre göç etmemesi, tarımı, hayvancılığı geliştirmek... Bunu yapalım, eyvallah. Ama, şehirlinin sahip olduğu küçük parselli arazileri, arsaları da değerlendirelim. Evet evet yanlış okumadınız, benim gibi yakın köylerden küçük bir arsa alıp üzerine ev yapan binlerce insan var. Ya yaz aylarını geçiriyorlar köylerde ya da ara ara gidip geliyorlar evlerine. Bunun dışındaki zamanlarda tarla evi, ev tarlayı bekliyor. Şimdi! Önerim şu... Büyükşehir Belediyemiz öncülük etsin, yakın köylerde küçük bir araştırmayla ben ve benim gibilerin işlenebilir yerleri tespit edilsin. Sonra da buraların üretime kazandırılması için bir proje sunsun köylüye veya yer sahiplerine. Biliyorum ki, birçok köyde işleyecek arazisi, imkânı olmayan insanlar var, biliyorum ki, kahvehanelerde koca bir mevsim geçiren, sadece bir ürünü işleyeceği dönemi bekleyenler mevcut. Ve tabii benim gibi küçük bir toprağı bile işlemeyi bilmeyen, yapamayan insanlar var. Eğer bu iki topluluğu bir araya getirirsek, hem köylümüz kazanacak hem de bahçesi şenlenen arsa sahibi keyiflenecek. Hatta ben projenin adını bile buldum: Bahçe Ekonomisi...
Biliyorum, bazıları bu yazıyı, düşünceyi okurken bıyıkaltı gülümseyecek ama biliyor musunuz, Balkan Savaşı zamanlarında koca İstanbul’un ekonomisi, benzer bir sistemle kadınlarımız tarafından yönetilmiş. Neredeyse tüm erkekler cephedeyken, kadınlar, küçük büyük demeden ekmişler bahçelerini. Ürünlerini hem yetiştirmişler hem de pazarlara çıkarıp satmışlar. İstanbul’un ekonomisini savaş bitene kadar kadınlar yürütmüş. Ve buna da ‘Bahçe Ekonomisi’ demişler.
Demem o ki, küçük de olsa köyde bi yerin var, sen bir şey yapamıyorsan yaşadığın köyün bir insanı ekip biçsin, hem bahçen şenlensin, hem toprağın yeşersin hem de ekonomiye bir katkın olsun. İzmir Büyükşehir Belediyesi böyle bir projeye nasıl bakar bilemem, ama ben bunun çalışmasını kendi köyümde yapacağım.