1.BANKALAR VE İŞLEVLERİ
Banka kısaca; sermaye ve kredi üzerine her türlü işlemleri yapan ve düzenleyen, özel ve kamu tüzel kişilerinin, kurum ve kuruluşların, kişilerin bu alandaki ihtiyaçlarını karşılayan çok önemli güven ve itibar kuruluşlarıdır. 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun (Ban.K) gerekçesinde bankaların güven ve itibar müesseseleri olduğu ifade edildikten sonra “Sözünde durma, basiretli davranma, itibar sahibi olma bu güvenin tezahürleridir” ifadesine yer verilmiştir.
Bankaların fon toplama ve fon satma işine aracılık faaliyetleri yanında günümüzde değişik işlevleri de yerine getirdiği görülmektedir.
Türkiye’de bankalar ve bankacılık sistemi uluslararası kriterlere uygun sağlam temeller üzerinde olup, şeffaf, hesap verebilir en itibarlı müesseselerden sektörlerden biridir.
2. ANONİM ŞİRKETLERDE ZORUNLU ORGANLAR
Ban. K.’da özel hükümler dışında Bankalar anonim şirket (A.Ş.) statüsünde oluşturulmuş olup şirket genel kurul ve yönetim kurulunca (Y.K.) yönetilmektedirler. Kamu ve
Corona virüsü yayılımını önleme ve tedavisinde büyük başarı gösteren Çin’in, bu mücadelede attığı ilk adım 10 gün gibi kısa bir sürede 1000 yataklı İHTİSAS HASTANELERİ kurmak olmuştur. Bundan ilham alarak, sayı ve kalite açısından çok kapsamlı tıbbi tedavi altyapısına sahip olan ülkemizde biz de benzer oluşumu kısa sürede var olan tesislerimizi kullanarak yapabiliriz.Teşhis ve tedavi amaçlı olmak üzere önümüzdeki günlerde hastanelere başvuracak vatandaş sayısı artacaktır.Mevcut durumda hastanelerimizin büyük çoğunluğunda bu başvuruları karşılayacak yeterli sayıda yatak, tıbbı cihaz, malzeme ve uzman personel mevcuttur. Bunlara ek olarak yakın zamanda açılması planlanan iki yeni Şehir Hastanesi’ni ekleyebiliriz. Ancak şüpheli ve hasta sayısının çoğalmasıyla teşhis ve tedavide yetersizlik başlayabileceği gibi, virüsün diğer hastaneler içerisine yayılıp bulaşma riski ciddi olarak ortaya çıkacaktır.
İhtisas hastanesi
Dolayısıyla, hızla artabilecek vaka sayılarına karşı hazırlıklı olmak ve de
Bülent Akarcalı
(Sağlık ve Turizm Eski Bakanı. İstanbul Saint-Joseph Fransız lisesi mezunu. Uzun yıllar Türk-Fransız ilişkilerinde rol almış bir siyaset adamıdır.)
Lozan Barış Antlaşması’nın ‘Azınlıkların Korunması’ başlığı altında yer alan 37-45. maddelerinde her iki ülkedeki azınlıklar, etnik kimlikleriyle değil, Müslümanlık kriterine göre dinî kimlikleriyle tanımlanmıştır. Antlaşma, etnik çağrışım yapacak herhangi bir ifade kullanmaksızın Türkiye’deki azınlıkları Fransızca özgün metninde ‘minorités non-musulmanes’, Yunanistan’daki azınlığı ise ‘minorité musulmane’ olarak adlandırmıştır. Bu terimler, 23 Ağustos 1339 (1923) tarih ve 340 sayılı Kanun’la Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabul ve tasdik edilen Lozan Barış Antlaşması’nın resmî Türkçe çevirisinde ‘gayri müslim akalliyetler’ (Müslüman olmayan azınlıklar) ve ‘Müslüman akalliyet’ (Müslüman azınlık) olarak geçmektedir.
‘Lozan terminolojisi’
Antlaşma’nın 38-44. maddelerinde Türkiye’nin ülkesindeki Müslüman olmayan azınlıkların korunmasına ilişkin taahhüt ve yükümlülükleri
Henüz ilk çeyreğinde bulunduğumuz 21. yüzyılda ve sonrasında laiklik, çağdaş ve modern her devletin olmazsa olmaz esaslarından biri olacak ve hiç şüphesiz bu böyle devam edecektir. Çünkü laiklik yaşadığımız bu çağdan itibaren çoğulcu demokratik bir toplumda barış ve huzuru sağlamanın alternatifsiz bir aracı olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün kişisel inisiyatifiyle 5 Şubat 1937’de laikliği kabul ederek çağdaşlığın temel bir gereğini çok zaman kaybetmeden yerine getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, laik bir devlet olmasının üzerinden içinde bulunduğumuz 2020’de 83 yılı geride bırakmış bulunuyor. Bu, Türkiye’yi dünyada laikliği kabul etmiş ilk Müslüman ülke yaptığı gibi, dünya genelinde de onu laikliği ilk benimseyen ülkeler arasına katmıştır.
Uzlaşma sağlandı
Laikliğin, “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması; devletin toplumu dünyevî (seküler) ve rasyonel yasalarla yönetmesi; toplumu oluşturan her bireyin vicdan, din, inanç ve kanaat özgürlüğüne
Yirmi yıl önce büyük heyecanla beklediğimiz 21. yüzyılda üçüncü on yıla giriyoruz. Teknolojinin hayatımıza nüfuz etmesiyle dünyanın daha hızlı döndüğü bir dönemi geride bırakıyoruz ama 2020 yılında da bizi hızlı dönüşümler bekliyor.
Ogilvy Consulting’in hazırladığı 2020 trendlerine ilişkin raporda sadece markalar için değil, içinde bulunduğumuz dünyayı anlamak isteyen herkes için ilginç tespitler var. Y kuşağına ilişkin illüzyonların bozulması bunlardan biri. Y kuşağı denildiğinde herkesin aklına kendine güvenli, tutkulu, bir amaca sahip olmayı, eylemi ve girişimciliği aldığı maaştan daha fazla önemseyen bir grup insan canlanıyor. Oysa bu özellikleri bütün bir kuşağa atfetmek çok da doğru değil. Çoğunluğu zengin ya da girişimci değil. Evet, duyarlılıkları yüksek ama buna uygun yaşama konusunda yetersiz kalıyorlar. Örneğin markaları ve plastik kullanımını sıfırlayan bir iş modeli geliştirmedikleri için eleştiriyorlar ama bu kuşağın yalnızca yüzde 15’i ekolojik sorunlar konusunda aktif.
Ülkemizde yapılan 2018 yılı israf araştırmasına göre; haftada ortalama iki ekmek israf ediliyor, gıdaların tüketmeden çöpe atılma oranı yüzde 22.8’ i bulmuş ve atılan yemek miktarında da sürekli yukarıya doğru artış gözlemleniyor. Bu durumun sürdürülebilir olmadığı bizde ve tüm ülkelerde biliniyor ve önlemler alınmaya çalışıyor.
İsrafın önlenmesi konusunda tek sorumlu tüketici değildir ve bu konuda üç temel faktörün göz önüne alınması gerekmektedir. Bunlardan birincisi tüketicidir. İkincisi, genel olarak kamu ve sivil toplum. Üçüncüsü ise, üretim ve aracı kuruluşların oluşturduğu sistemdir.
Tüketicilerle ilgili olan faktörler arasında; sosyal, demografik faktörler (yaş cinsiyet), ev hanesi psiko-demografik faktörler sayılabilir. Örneğin, motivasyon, tutum, değerler ve alışkanlıklar, son olarak da sosyo-ekonomik boyut gelir. Tüm bunlar arasında, eğitim seviyesi ve evdeki depolama ve pişirme altyapısının durumu gibi konular etkileyici faktörlerdir. Sivil toplum ve kamu
Bu yıl, Azerbaycan halkının tarihine kanlı ocak faciası olarak geçmiş 20 Ocak 1990 olaylarının 30. yıl dönümü. Geçmiş SSCB silahlı güçlerinin 20 Ocak günü günahsız Azerbaycanlılara karşı hayata geçirdiği vahşilikler insanlık tarihinde kara leke olarak kendine yer buldu. Milli bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü uğrunda sokaklara çıkmış ahaliye karşı yapılan silahlı saldırı sırasında, yüzlerce Azerbaycanlı şehit edilmiş, yüzlerce insan da gazi olmuştu.
Santral patlatıldı
Dönemin SSCB Başkanı Mihail Sergeyeviç Gorbaçov, 19 Ocak 1990’da hem SSCB Anayasası’nın 119. hem de Azerbaycan SSCB Anayasası’nın 71. Maddelerini hiçe sayarak 20 Ocaktan itibaren Bakü’de olağanüstü durum ilan ediyor. Azerbaycan halkının bundan haberdar olmaması için de 19 Ocak saat 19.27’de Azerbaycan televizyonun enerji santrali patlatılıyor. Sonrasında tüm ülke topraklarında televizyon yayınları durduruluyor. Bakü’ye giren Sovyet ordusu olağanüstü durumdan habersiz olan ahaliye karşı görülmeyen