Aysun Kayacı yalnız sayılmaz; hani, şu söylediğinde: “Benim oyumla çobanınki nasıl aynı oluyor”. Pek çok kişinin paylaştığı zihin-altı bir kavrayış bu. İçinden geçirip açıkça söylemekten çekinenlerin de olduğunu etrafımızdan biliriz. Bunu, seçim veya halk oylamalarında beklediğini bulamayan ve bu yüzden şaşıran bir kısım “okumuşların” tipik refleksi olarak görmek mümkündür. Çünkü bu çerçeveden yapılan seçim analizi, yukarıdan bakan edayla bazen “Hasolar, Memolar”, bazen “ayak takımı”, bazen de “baldırı çıplaklar” denilen halkın (belki çoğunluğun diye okumak gerek) cehaletine bağlanarak dipteki asıl gerçek nedenlere inmez.
Üstelik bu inandığını, sahip olduğu siyasi üstünlüklerini kullanarak sokak eylemlerinde, tv programlarında, gazete köşelerinde, e-postalarda, tartışma forumlarında velhasıl imkân bulduğu her ortamda gür sesiyle bağırmaktan geri durmayan ve incitici dil kullanmaktan çekinmeyen tutumuyla açıklamaya çabalar. Böylesi bir anlayışın götürdüğü -sanırım “sakat”- sonuç şudur: Kendini avamdan ayrı bir kültür evreninde gören elitler “üstün vasıflarından dolayı” seçilmelidir; geri kalan diğer kesimler ise “aşağı” oldukları için yönetilmelidir.
Peki öyle olsa seçimler
Italo Calvino’nun benzersiz anlatısı Görünmez Kentler şöyle başlar: “İnsan oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse, Diomira’da bulur kendisini. Kentin altmış gümüş kubbesi, bütün tanrıların bronzdan heykelleri, kalay kaplı yolları, kristal bir tiyatrosu, bir kulenin tepesinde her sabah öten altın bir horozu vardır.”
Kuşkusuz onun anlattığı mitolojik bir kent olmasa da düşseldir. Ama olmayan, yaşanmayan bir zamanın kenti değildir gene de. Anlatısının kahramanı Venedikli Marco Polo, gidip ülkesine vardığı Tatar imparatoru Kubilay Han’a yolda gördüğü kentleri anlatır. Anlatıcı düşsel bir örgü içinde kentlerin ruhuna dönük bir yolculuğa çıkar aslında. Olmayacak kentleri değil, “görünmez kentleri” anlatır.
Bir zaman bakışı içinde sıralanan kentlerin sırlı yanlarına dönük öylesine şeylerden söz eder ki Calvino, özlenesi bir dünyanın nasıl yitirildiğine de hayıflanırsınız ister istemez. Bu bir anlatıdır deyip geçemezsiniz! İnsanlar bir zamanlar demek ki böyle kentler kurmuşlar diye de bir düşünceye kapılırsınız. Ütopya değil gerçektir Gırnata. Ya Isfahan’a ne demeli? Tebriz, Bakü... Kadim doğu kentlerinin öyküsünü araladığınız da daha niceleri çıkar karşınıza.
‘Eski
Muhsin Yazıcıoğlu ölümünden iki yıl kadar önce “ Neden örgütlerinizi kontrol altına almıyorsunuz?” sorusunu , “Bunu önlemek için elimden geleni yapıyorum ama bir yere kadar. Bizim tarlayı çok önceden sürmüşler” diye cevaplamıştı. Birlikte katıldığımız bir TV programının reklam molasında ona bu cümlesini hatırlatıp “Tam olarak ne demek istediğini” sordum. Cevabı hem yalın hem anlamlıydı:
- Çevremizde bizden olmayan ama bizimle olan, hakim olamadığımız bir sürü genç görüyorum. Bizim tarlayı sürmüşler, dediğim işte bu. Ama sürülü tarla sırf bizimkinden ibaret değil.
Her soydan parti
Sinop’ta ve Samsun’da BDP milletvekillerini kuşatıp terör estiren ve sonunda gezinin yarım kalmasını “başaran” gençler büyük olasılıkla sürülmüş tarlaların yeşermiş tohumlarıydı. Her boydan ve soydan ve partidendiler. O yüzden saldırıyı şu ya da bu partiye yüklemek pek doğru değil.
Üstelik sürülü tarlaların sadece Karadeniz kıyılarındaki kent ve kasabalar olduğunu ileri sürmek de yanlış. Karadeniz tarlaları belki daha bitek, daha verimlidir ama İzmir’de BDP konvoyuna fırlatacağı taşla birlikte görüntülenen düşük kemerli, göbeği açıkta sarışın genç kadın ile Sinop’ta taş atan, otomobil
2000 yılından beri her 21 Şubat “Dünya Anadil Günü” olarak kutlanıyor. UNESCO’nun, “Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre dünyada dillerin 200’ü son üç kuşakta kayboldu, 2 bin 300’ü kaybolma riski altında. Bugün, dünyada konuşulan dillerin (6.000 civarında) yüzde 90’ının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
UNESCO’nun tahminlerine göre 21. Yüzyılın sonuna kadar var olan dillerin yüzde 50’si yok olacak. Aynı belgede Türkiye’de 15 dilin tehlike altında olduğu vurgulanıyor. Söz konusu Atlasa göre yakın tarihte Türkiye’deki üç dil kayboldu. Kaybolan Kapadokya Yunancası, dünyada da son derece tehlike altında. Diyarbakır Lice’deki Kamışlı köyünde konuşulan Mlahso Suriye’ye göçen köylülerden İbrahim Hanna’nın 1995’te ölümüyle bitti.
Ortak bir sorun
Ubıhça da Tevfik Esenç’in 1992’de ölmesiyle kayboldu. Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere aslında kutlama yapılacak bir durum yok ortada. Dolayısıyla bugün vesilesiyle, dünyada konuşulan dillerin korunması, dil temelli kısıtlamaların ve hak ihlallerinin sona ermesine yönelik bilgi ve bilincin yükseltilmesine matuf faaliyetler yoğunluk kazanıyor.
Dil hakları denince akla anadilde eğitim (hakkı), anadilde yayın (hakkı),
Avrupa Birliği (AB) hala 2008 krizinin etkisinden çıkmaya çalışadursun Türkiye, 2012 yılını ‘İyi ki Euro bölgesine girmemişiz’ , ‘AB krizdeyken Türkiye büyüdü’ , ‘Onlar bize muhtaç’ gibi söylemlerle geçirdi. Büyüyen pastadan dilimlerin eşit dağılmadığına dair birkaç cılız ses de yüzdelerin ve dünya ekonomileri içinde hızla yükselen sıramızın gölgesinde kaldı. İnsani gelişme endekslerine bakmak çoğumuzun aklına bile gelmedi. 2007’den beri zaten iyice yokuşa sürülen ve Türkiye kamuoyu nezdinde soğuyan üyelik sürecimiz Euro krizi ile cazibesini iyice kaybetti.
2008 başlarında ilk işaretlerini veren ve aynı yılın üçüncü çeyreğinde iyice derinleşen kriz, emek piyasaları üzerinde tahmin edilen olumsuz etkilerini gösterdi. Peki, kriz AB emek piyasalarının kuşkusuz en savunmasız gruplarından biri olan göçmenleri nasıl etkiledi?
Kriz ve Göç:
Akademik birçok incelemenin yanı sıra, krizi takip eden 2009 ve 2010 yıllarında Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Dünya Bankası (WB) gibi uluslararası kuruluşlar raporlarında krizin yoksul göçmenlerin zaten kötü olan sosyo-ekonomik durumlarının nasıl daha da kötüleştirdiğini istatistiklerle
Zaman, değişimleri dikkatle okumanın, iş stratejilerini bu değişimleri olumlu fırsatlara çevirecek çözümler üzerine kurmanın zamanı. Tüketicilerin kalplerini kazanmak için sadece beklentilere yanıt vermek artık yeterli değil. Neden mi? Çünkü yeni dünyanın teknolojileri, marka-müşteri ilişkisini baştan sona değiştirdi. İnsanlar 10 yıl önce günde ortalama 46 dakikasını internette geçiriyorlardı, bugün bu süre ortalama 4 saat.
İçinden geçtiğimiz muazzam bilgi çağında, artık her an her bilgiye ulaşmak mümkün. Yaşamaya başladığımız bu yeni hayatta, verilerin kullanımı ve işlenmesi, mekandan, dahası araçlardan bağımsız. Artık birbirine çok yakınlaşmış insanların bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz.
10 yıl gibi kısa sayılabilecek bir sürede karşımıza çıkan rakamlar, iletişimin yeni yüzünü çok net ortaya koyuyor. Günümüzde 2.4 milyar insan, yani dünya nüfusunun yüzde 34.3’ü dijital dünyada birbirleriyle iletişim halinde*. 10 yıl önce bu rakam 570 milyondu**. Kelebek etkisi, dijital dünya için artık gerçeğin ta kendisi. Söz konusu yeni yaşam düzeni sayesinde dünyanın diğer ucundaki bir olay, dünyanın her yerinde aynı anda reaksiyon görebiliyor.
Tüketiciler de değişti
Değ
Geçen hafta üç ilginç tarihi olay oldu şu dünyada: Birincisi, 13 Şubat’ta Almanya’nın Dresden kentinde II. Dünya Savaşı’nın sonlarındaki müttefik bombardımanının yıldönümünde, bu bombardımanı kınama bahanesiyle asıl faşizmi kutsayan bir gösteri yapmaya kalkan bin kadar neo Nazi’yi, kent ahalisinden oluşan 10 bin kişilik bir “sıradan insan zinciri” durdurdu ve bu faşistleri oracıkta “etkisiz hale getirdi.”
68 yıl önce müttefiklerin masum Dresdenli sivilleri yakıp parçalaması korkunçtu evet, ama bu günümüz faşistlerinin gövde gösterisi için kullanılamazdı. Günümüzün Dresdenli sivilleri bu riyakârlığa geçit vermedi. Kim bilir, şu sıralarda her yerde o çirkin başını kaldırmaya başlayan azgın sağ karşısında bir özgürlükçü demokrasi hareketinin serpilip gelişmeye başlamasının işaret fişeklerinden biridir bu da.
BORU HATTI EYLEMİ
Aynı gün, ABD Başkanı Obama’nın “Birliğin Durumu” adıyla ulusa sesleniş konuşmasını yapmasından saatler sonra, Beyaz Ev’in önünde toplanan bir grup insan, onun dünyanın en kirli yakıtını, bitumen petrolünü Kanada’dan ABD’ye taşıyacak boru hattına izin vermemesi için gösteri yaptı. Oyuncular, bilim insanları, din adamları, yerli reisleri, toprak
Dünya ekonomisinin bugüne dek karşılaştığı en büyük kriz beşinci yılını geride bırakmıştır. Amerikan piyasasında yüksek riskli gruplara verilen “eşik altı” (subprime) konut kredilerinin geri ödenmesinde yaşanan sorunlar ile başgösteren ve ünlü yatırım bankası Lehman Brothers’in iflası ile tetiklenen kriz kısa sürede dünyayı etkilemiştir. Amerikan Merkez Bankası(FED) düşük faiz ve parasal genişleme programları ile piyasaları likiditeye boğup krizin sancılarını hafifletmeye çalışırken zaten zayıf temellere dayalı Avrupa Birliği “tamam mı devam mı?” noktasına gelmiştir.
Dev finans kurumlarının yanısıra ülkelerin iflasına, ekonomik çöküşe, onbinlerin işini kaybetmesine, sokakların yangın yerine dönmesine, hükümetlerin devrilmesine neden olan bu krizin kökeninde ne yatmaktadır?
Bulaşma etkisi
2000’li yılların finansal mimarisinin iki temel ögesi finansal küreselleşme ve serbestleşmedir. Finansal küreselleşme ile ülkeler arasındaki finansal sınırların kaldırlarak bütünleşmiş bir finansal sistem yaratılması amaçlanırken, finansal serbestleşme (deregulation) ile de büyük fon hareketlerinin mobilitesi için yasal altyapı sağlanmıştır. Türkiye de 32 sayılı Karar (1989) ile bu