Irak sınırında, derin bir vadinin içinde, asırlık ceviz ağaçlarının serin gölgelikler oluşturduğu, içinden köpük köpük bir ırmağın aktığı doğduğum köye ilk olarak jandarmalar getirdi Türkçeyi. Yabancı, büyülü, masalsı bir dildi. O zamana kadar Kürtçenin dışında başka bir dilin varlığından bihaber biz çocuklar için Türkçeyle karşılaşmak bir oyun, büyüklerimiz için ise bir eziyetti.
Hep akşamüzeri gelirdi jandarmalar. Dürbünle geliş yolunu gözleyen gözcülerin “Romiler geliyor” demeleriyle birlikte, köyün bütün erkekleri bir anda ortalıktan kaybolurdu. Onlar için jandarma demek, Türkçe konuşmak demekti ve ne yazık ki, köyde kimse doğru düzgün Türkçe bilmiyordu. Jandarmalara da, “eskerên kerro” yani “Sağır’ın askerleri” veya “Romi” denirdi. “Romi” kelimesi, Romalılardan miras kalmıştı bura halkına, “yabancı” anlamına gelirdi. Bütün yabancılara, Romalı muamelesi yapardı bura halkı, çok eskiden, belki de Haçlı seferlerinden bugüne kalma bir alışkanlıkla... Jandarmalara “Romi” demeleri bu yüzdendi. “Kerro” (sağır) dedikleri de Milli Şef İsmet İnönü’nün lakabıydı.
Bizim için oyundu
“Jandarma geliyor” haberiyle birlikte köyün bütün erkeklerinin saklanmalarının gerçek nedenini
Robert D. Kaplan yine yazdı: Bu kez Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada “su ve güç” ile ilgili yargılarda bulunmuş. Soğuk Savaş sona erdiğinde “yeni bir düşman” bulma kaygısını iş edinen Kaplan gibi kimi ‘stratejistler’ doğal kaynakların kıtlaşmasının ve hızlı nüfus artışının özellikle Afrika gibi sıcak çatışmaların yaşandığı bölgelerde ciddi siyasal istikrarsızlıklara yol açacağıyla ilgili sansasyonel yazılar kaleme aldılar.
Bu durumun Amerikan dış politikasının bir meselesi haline gelmesini savundular. Nitekim, çevresel kıtlıklar sonucunda Güney Amerika, Karayipler ve Afrika’dan gelebilecek ‘eko-mülteciler’ sadece Amerika için değil Avrupa ve NATO için de bir kaygı unsuru haline geldi ve “çevresel güvenlik” konusu bu güç odaklarının karar-verme mekanizmalarında yer aldı.
Çevresel sorular
Zaten R. Kaplan’ı da esas tanınır hale getiren gelişme 1994’de yazdığı “Yaklaşan Anarşi” yazısının ardından Clinton yönetiminin bu yaklaşımı epeyce ciddiye alarak ABD Dışişleri Bakanlığı’nda çevresel güvenlikle ilgili bir alt birim kurması oldu. Gelgelelim, tüm bu girişimlerin amacı, yoksullukla mücadele içindeki bu toplumların sömürge dönemlerinden buyana yaşadıkları çevresel sorunları
Acaba “federasyon” gibi bir şey Türkiye’de gerçekleşebilir mi? Türkiye merkezi bir idareden federatif bir devlet şekline geçebilir mi? “İller” sisteminden yerel yönetimlerin çok daha fazla söz sahibi olduğu “eyaletler” sistemi gerekli mi? Böyle bir değişim ülke için felaket, bölünme, parçalanma, yani bir çok küçük devletlerin ortaya çıkması mı olur?
Bu güne dek çizilen onca kırmızıçizgiden sonra federasyon sözcüğünün bile korkutması, telaşlandırması çok doğal. Birkaç sene öncesine kadar bu düşünceler yersiz ve tehlikeli sayılmış ve “gelin şu konuyu bir tartışalım” diyen Başbakan (veya Cumhurbaşkanı) Turgut Özal neredeyse vatan haini ilan edilmişti.
YENİDEN GÜNDEMDE
Zamanla sadece insanlar değil, onlarla birlikte toplumlar da değişiyor, bazı düşüncelere alışılıyor. Derin ve güçlü kırmızı çizgilerimizden biri de “federasyon” konusuydu. Yeni anayasa yapım sürecinde bu konu da -arka kapıdan olsa da- gündeme girdi.
Türk usulünden önce yakınımızda olan diğer federasyon sistemlerine bir bakalım: Amerika Birleşik Devletlerindeki sistemle Büyük Britanya’nın, İsviçre’nin, Almanya’nın eyalet sistemleri birbirinden oldukça farklı.
Büyük Britanya eyaletlerinin ayrı ayrı milli
Veri gazeteciliğinin etkin bir biçimde yapılabilmesi ve demokrasiye hizmet edebilmesi için devletin de demokratik yönetişim ilkesini benimseyerek şeffaf bir biçimde yurttaşlarına bilgiyi açabilen, açıklayabilen bir devlet olması gerekir. Bu da elbette basitçe e-devlet web siteleri düzenlenmesiyle erişilebilecek bir hedef değildir. Gazetecinin görevinin eleştirmemek olduğuna dair inancı içselleştiren bir devlet anlayışının güçlü olduğu bir ülkede ‘gerçek’ ya da sanal alemde veriye ulaşmak ve yorumlamak her zaman zor olacaktır.
İnternet dünyamıza nüfuz edip her alanda alıştığımız pek çok şeyi değiştirdiğinden beri gazeteciliğin akıbetinin ne olacağı konusunda büyük tartışmalar yaşanıyor. Devlet ve yurttaşlar arasında köprü ve dördüncü güç misyonu biçilen geleneksel gazetecilik anlayışına karşı dijital çağda okurların içerik üretip dolaşıma sunmasına tanık oluyoruz. Bu süreçte bir yandan gazeteciliğin sonu ilan edilirken, diğer yandan da gazeteciliğin nasıl tepkide bulunup konumlanacağı ve evrileceği araştırılıyor.
‘VERİ’?GAZETECİLİĞİ
Uluslararası literatürde data journalism ya da data-driven journalism başlıklarıyla geçen ve veri gazeteciliği diye Türkçe’ye
Geleneksel anlamda vatandaşlık bir ulus devletin sınırları içinde yaşayanların o ulus devlete aidiyetlerini gösteren bir kavram. Geleneksel anlamda vatandaşlığın iki temel öğesi var: Ulus ile ülke arasındaki bağlantı ve ulusal kimlik.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen gelişmeler, vatandaşlık kavramına yeni bir anlam kazandırdı. İnsan haklarının evrensel bir niteliğe bürünmesi, bireylerin belirli bir ulus devlete üye oldukları için değil, insan oldukları için doğuştan bazı temel hak ve özgürlüklere sahip olduklarının bir gerçek olarak kabul edilmesine yol açtı. Bu durum vatandaşlık ile ulus devlet arasındaki bağı kopardı. Temel hak ve özgürlüklerden yararlanmak için bir ulusa mensup olma koşul olmaktan çıktı.
YENİ ANLAYIŞ OLUŞTU
Öte yandan, soğuk savaşın sona ermesinden sonra etnik, dinsel kimlikler öne çıktı. Bireyler kendilerini farklılıklarıyla tanımlamaya başladılar. Bu farklılıklar bireylerin kimlik katmanları arasında giderek daha geniş bir yer tuttu. Farklılıklara dayanan kimlikler siyasal taleplere dönüştü. Bireyler, kimliklerinin tanınması, korunması, kamusal alanda farklılıklarıyla eşit olarak var olma yolunda talepler ileri sürmeye başladılar.
Bütün
Çevre için yapılan tanımların en bilimsel olanı çevrenin ekosistemler bütünü olduğudur. Bu tanıma göre çevre her biri sibernetik bir sistem olan ekosistemlerden oluşmuştur. Bu sistemler sınırları, taşıma kapasiteleri ve canlı cansız tüm ögeleri ile dışarıdan gelebilecek etkileri kendi içinde yok edecek bir tepki ile dengeleyen özelliktedir ve bunlar doğanın bilimsel kurallarını oluştururlar. Dünyadaki sivil itaatsizliklerin çoğuna çevre karşıtı ve çevre kaynaklarının sömürüsüne dayalı yanlış politikaların neden olduğu görülmektedir.
Buradaki itaatsizlik ilgili hukuka veya onun uygulanmasına değil bu hukuku oluşturan politikanın çevresel kurallara uyumlu olmamasınadır. Küreselleşmenin vazgeçilmezi olan sömürgecilikle yaşam için elzem olan tüm unsurları özelleştiren politikalara isyan edilmektedir.
“Siyanürlü altına hayır” bir sivil itaatsizliktir ancak Akkuyu’da, Sinop’ta nükleer santral projelerinin Anadolu ekosistemini en az 50 yıl Rus şirketine bağımlı kılan politikaya karşı henüz bir farkındalık bile oluşturulamamıştır.
FARKLI EKOSİSTEMLER
Çünkü AB üyeleri farklı ulus devletler olup farklı ekosistemler için tek bir çevre politikası ve kriteri dayatamaz.
Ülke
Türkiye her nedense mevcut termik santrallerinin doğa üzerinde oluşturduğu tahribatın etkilerini gideremediği, bu santrallerle baş edemediği halde; yerel halkın ve kamuoyunun tepkilerine yanıt vermemişken birkaç yıldan beri yepyeni bir termik santral atağına kalkıştı.
Devlet çoğu Karadeniz ve Ege’nin en güzel kıyı kasabalarında olmak üzere 46 yeni kömürlü termik santralın daha kurulması için harekete geçti. Bütün dünya yeni enerji kaynakları peşindeyken; mevcut 18 santralin doğa ve insan üzerine yaptığı onulmaz tahribatlar ortadayken ve Türkiye’nin başta güneş ve rüzgar gibi önemli enerji kaynaklarına sahipken, var olan bu alternatiflerin en sorunlusu olan kömüre dayalı termik santrallere yönelmesi düşündürücü. Son olarakta genellikle “en güzel” yerlerimize çöreklenen “termik santral”cılar, bu santrallerle ilgili işlenen onca çevre cinayetleri yetmiyormuş gibi şimdi de Amasra’ya göz koymuş ve 2640 megavat gücünde iki termik santralin Amasra’da yapılması için kollarını sıvamışlar.
Yapılması düşünülen santrallerin Türkiye coğrafyasına konuşlandırılmasıyla Türkiye, artık “üç tarafı termik santrallerle kuşatılmış” bir ülkeye dönüşecektir. Lisans verilen veya verilmesi beklenen
Türk Patent Enstitüsü (TPE) 2011’de tescil ettiği (onayladığı) 6,539 patentin sadece 847’sini “yerli” sayıyor. (www.tpe.gov.tr)
2011’de toplam 6,539 patentin ise 5,692’si “yabancı” kaynaklı. Yani, Türkiye’de çalışan yabancı şirketlerden...
2010’da “yerli” kaynaklı patent onayı 642’de kalmış. “Yabancı” patent onayı 4,868. Diğer yıllarda da “yerli” patent sayısı daima, “yabancı” patent sayısından hep geride.
1995-2011 arasında “yerli” patent oranı % 7.6. “Yabancı” patent oranı % 92.3. Bunun “nedenleri” apayrı bir konu... Alınan patentlerin ne işe “yaradığı” ve ne kadarının “yaşadığı” da ayrı bir konu...
Ciddi girişim gerek
TPE’nin resmî “çıplak” verileri sadece “bizim” durumumuzu gösteriyor. Patent konusunda Türkiye’yi dünya ile kıyaslarsak, ne kadar geride olduğumuzu görebiliriz. Uluslararası göstergelerde Türkiye’nin durumu ne ise, patentte de öyle.